27 Ekim 2007 Cumartesi

20 Ekim 2007 Cumartesi

Peygamber efendimizin türkler hakkındaki hadisleri

"TÜRKLER SİZE DOKUNMADIĞI,HARBETMEDİĞİ SÜRECE,SAKIN SİZ DE TÜRKLERE DOKUNMAYINIZ!"(en-Nesei,Sünen en-Nesei,4,s:44) "SİZLER;TÜRKLERLE ÇARPIŞMADIKÇA KIYAMET KOPMAYACAKTIR"(el-Buhari,4,s:34,35,156,Sahih-i Müslim,17,s:37,38) "Allah'ın "Doğuda" bir ordusu vardır.Onun adını TÜRK koymuştur.Kendisine baş kaldıranlardan işte onlar vasıtasıyla intikam alır"(Hadisi nakleden Kazvini.el-Kaşgari,Mahmud,Divanü'l-Lügat et-Türk,İstanbul,1333,s:292)

Atatürk'ün Ortadoğu Vasiyeti

Atatürk'ün Ortadoğu Vasiyeti
Atatürk'ün bu sözleriyle ilgili Tercüman gazetesinin haberini okumak için "devamını oku"ya
tıklayınız.
Atatürk'ün Ortadoğu vasiyeti
'Filistin'in, Lübnan'ın emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyiz' diyen Ata,
Cumhuriyet yöneticilerini de tehlikeye karşı uyardı.
Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes
yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa
emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz.' Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait...
Ankara'da çatlak
Güney Lübnan'a konuşlanması planlanan çokuluslu istikrar gücüne katkıda bulunmak isteyen BM
üyesi ülkeler, bölgede çatışmanın sona ermesini beklerken, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ise barış
gücü Lübnan'da konuşlanmadan ateşkes olamayacağını belirtti. Türkiye'nin bölgeye göndereceği
barış gücünün fonksiyonunun ne olacağı konusunda da Ankara'da 'fikir ayrılığı' bulunduğu iddia
ediliyor. Edinilen bilgilere göre, bazı birimler, bölgeye gönderilecek gücün, Hizbullah'a karşı aktif
görev almasını istiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, bugüne kadar, İsrail'le olan ilişkilerini, hükümetlerden
bağımsız yürüttü. Peki Atatürk yaşasaydı, Filistin'de devam eden insanlık dramı karşısında acaba
nasıl hareket ederdi? Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, şu anda İsrail'in
işgali altında bulunan Filistin, bir diğer ifadeyle 'Kutsal Topraklar' hakkında acaba ne düşünüyordu?
Atatürk halen yaşasaydı, İsrail'e, NATO, AB ve ABD'ye karşı acaba nasıl bir tavır takınırdı?
Lübnan'da yaşanan insanlık dramına müdahale mi eder, yoksa seyreder miydi?
'Emperyalist giremeyecek'
İsrail'in Lübnan'a saldırısı nedeniyle dünyanın gündeminde olan 'Kutsal Topraklar'ın Geleceği'
konusunda, haftalık yayın yapan Dünya Gündemi gazetesi, tarihi belgeyi geçen hafta yayımladı.
Belgenin konusu Kutsal Topraklar ve Atatürk'ün 1937'de Meclis'te yaptığı bir konuşmaya dayanıyor.
Belgedeki imza ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya ait. Aşağıdaki sözler Türk Devleti'nin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait: 'Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi
bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına
girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade
etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu
ittihamlara rağmen Peygamber'in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam
hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin,
Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı
hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün,
Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz.'
İşte belgenin tam metni
Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan bu belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat
Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya,
Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında 'Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937
tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı
intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı
tekrarlarım' diyor. Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu
konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye Gazetesi yayınlamış. Hindistan'da
yayınlanan Bombay Chronicle Gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nden almış. Aslı
Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa
Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni
şöyledir: 'Araplar'ın Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu
uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Araplar'ın
arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene
Araplar'dan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için
İslamiyetin mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani
olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası
olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham
edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima
İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin,
Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı
hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek
kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için
yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.'

Türk Tarihi Üzerine: Kâzım Mirşan ve Savı
Halkbilimci Haluk Tarcan ve Öntürk araştırmacısı Kâzım Mirşan… Geçen yaz, Hulki Cevizoğlu’nun
sunduğu Ceviz Kabuğu isimli programda, önemli savlarını ve iddialarını kamuoyu ile paylaştılar.
İki hafta aynı konuların tartışıldığı programın, birinci bölümünde Haluk Tarcan, Mirşan’a ve onun
çalışmalarına dayandırdığı çeşitli savlarıyla katılmıştı. Haluk Tarcan’ın anlattıklarının önemini sezer
sezmez, kendimi televizyon ekranı ile öpüşür durumda bulmuştum.
Ortaya atılan savları iki ana başlık altında toplayalım:
1) Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler vardır
2) Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir.
Öncelikle, şu rahatsızlığımı önemle vurgulamak isterim: ‘Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler
vardır’ gibi, mevcut tarih bilgimizi temelden sarsan bir iddianın sahiplenilmemesi ve büyük bir
ilgisizlikle karşılanması beni bir hayli üzdü.
Cevizoğlu, Haluk Tarcan’a soruyor: “Peki bu tez niçin şimdiye kadar insanlara duyurulmadı, gerekli
kurumlara bildirilmedi? Bu konu hakkında ne gibi çalışmalar yapıldı?” Tarcan ise çok ilginç bir
cevapla yanıtlıyor: “Çalmadık kapı bırakmadım. Gittiğim her yerde, ki bunlar Genel Kurmay
Başkanlığı, Türk Dil Kurumu gibi devletin temel kurumlarıdır, tezimle ve benle alay ettiler. Bunlar
saçmalıktır deyip, güldüler ve inceleme girişiminde dahi bulunmadılar”.
Şaşkınlık içindeydim. Olmamak mümkün mü? Nasıl olur da devletin kurumları, bilim adamları bu
iddialara ‘saçmalık’ diyebilirdi? Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların asıl görevi, bu
tür iddiaları araştırmak, bu tür savların doğruluğunu ya da yanlışını kanıtlamak değil mi?
Bu derece bir cahillik (ya da ismi her neyse) ancak, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun 12
Eylül yönetimi tarafından kapatılıp, yerine sadece aynı adı taşıyan bir kurumun, bilim dışı ve
çağdaşlık dışı yaklaşımı ile ortaya çıkabilirdi. Çıktı da…
Gelin, savları saçmalık olarak tanımlanan Mirşan ve Tarcan’ın çalışmalarına bir göz atalım.
Bana göre, ortaya atılan tezlerin en önemlisi, birinci programda Haluk Tarcan tarafından Mirşan’ın
çalışmalarına dayanarak öne sürdüğü Çin Seddi’nin niçin inşa edildiğine ilişkin savdı. Bu teoriye
göre;
M.Ö. 10 bin yıllarında, Orta Asya’da bugün yer alan geniş çöller ve kurak topraklar, o dönemlerde
geniş iç denizlerdi. Öyle ki, her yıl büyük bir bölümü kuruyan Aral Gölü, o tarihlerde büyük bir iç
deniz olarak uzanıyordu. Birkaç denizin çevrelediği Orta Asya’da tropik iklim hüküm sürüyordu.
Güçlü bir medeniyetin varolabilmesi için gerekli tüm şartlar hazırdı. Bunu, elde ettiği verilere
dayanarak hazırladığı haritalarla kanıtlıyordu Tarcan. O tarihlerde, Türkler Orta Asya’da federasyon
bir devlet olarak yaşıyorlarmış. Bu devletin ismini, başkentini ve hatta büyük şehirlerini de (ki ben
not alamadım) aynı haritada görmek mümkündü. Bir başkenti, büyük şehirleri olan ve tropik bir
iklimin ortasında yer alan bu devletin tarımla uğraşması olasıydı. Dolayısıyla, tarım için gerekli alet
ve makinelerinin de olması gerekiyordu. Dahası, tarımla uğraşan bir devletin yazısının olmaması
düşünülemezdi. Buradan yola çıkarak, M.Ö. 10 bin yıllarında Orta Asya’da yaşamış güçlü bir
medeniyetin varlığı ortaya çıkmaktadır. Çin Seddi’nin niçin inşa edildiği sorusuna da bu teori açık bir
şekilde cevap veriyor. Yine, mevcut tarih bilgilerimizi temelden sarsan bir iddia ile karşı karşıya
kalıyoruz. Tarcan’ın öne sürdüğü sav, Çin Seddi’nin barbar Türklerden ve diğer kavimlerden
korunmak amacıyla yapıldığı gerçeğini temelden yıkıyor. Tarcan, şöyle devam ediyor:
“Bilindiği gibi Çin Seddi, barbar Türklerden korunmak için değil, aksine gümrük güvenliğini
sağlamak ve ülkenin sınırlarını belirlemek amaçlı yapılmıştı. Çünkü Türkler, Çin pazarını tehdit
edecek ölçüde tarımla uğraşıyorlardı ve mal üretiyorlardı”.
Bunlar, tüm dünya tarihini çok derinden yaralayacak, önemli iddialardı. Başka bir önemli sav ile
karşı karşıya kalıyorum: Türklerin, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa ettiği savı…
Tarcan diyor ki, “Türkler, Çin’de 300 m
yüksekliğinde taş piramitler inşa etmişlerdir.
Bilindiği üzere, Mısır Piramitlerinin yaşı M.Ö. 8000
civarında. Oysa, Türkler tarafından yapılan
piramitler bunlardan tam 2000 yıl önce, yani M.Ö.
10 bin yılında yapılmışlar”. İnsan önceleri
şaşkınlığını gizleyemiyor ancak, Tarcan, bu
piramitlerin fotoğraflarını da ekrandan gösteriyor.
Bunlar gerçekten taştan yapılmış piramitler… Bu
fotoğraflar hakkında çok önemli bir gerçek daha
var: Türkler tarafından inşa edilen bu piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak bölge olması. Çin
Hükümeti, piramitlerin yer aldığı bölgeye kesinlikle turist sokmuyor; bırakın turisti insan bile
giremiyor. Tarcan, gösterdiği fotoğrafların, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir asker tarafından
yanlışlıkla çekildiğini, yapılar ortaya çıktığında, durumun bazı güçlerce gizlendiğini ve belgelerinin
ortadan kaldırıldığını da ekliyor.
Başından beri üzerinde özellikle durulan tarihin M.Ö. 10 bin yılı olduğuna dikkat ediniz. Bu tarihle
ilgili olarak, izlediğim bir belgeselden yola çıkalım ve bir tespit yapalım:
Haluk Tarcan ve Kazım Mirşan’ı henüz duymamıştım. Bu tartışma programını izlemeden birkaç ay
önce; Discovery Channel isimli kanalda bir belgesel yayınlanmıştı. Böyle bir tartışma programını
izleyeceğimi tahmin etseydim eğer, belgeselin yapımcısının adını ve programın ismini, tarih ve
saatiyle birlikte not alırdım. Ancak, aynı programların sürekli döndüğü kanalda, aynı belgesele
rastlamak olası. Dikkatimi çeken nokta ise, adı geçen belgeselde ve Tarcan’ın ortaya attığı savlarda
geçen M.Ö. 10 bin yılıydı. Bu tarihin, bu derece önemi nereden kaynaklanıyordu? İnsanlık tarihi
boyunca, bizlerden saklanan birtakım gerçeklerin olduğu yavaş yavaş kesinlik kazanmaya
başlamıştı… Belgesel ile devam edelim:
Bu programda, M.Ö. 10 bin yılında yaşamış çok gelişmiş bir medeniyetten söz ediyordu. İlginç olan
ise, böyle bir medeniyetin varlığının kanıtlarıyla tespit edilmesi ancak isminin konulmamasıydı
(verilmemesiydi). Belgeselde özellikle vurgulanan ana tema, bu medeniyetin tüm dünyayı dolaştığı,
kendi kültürünü dünyaya yaydığı ve bunu sadece bir noktadan yayılarak yaptığıydı. O tarihlerde,
dünyada gelişmiş ve büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlayan delillerden birisi, Japon Denizinde
bulunan ve yaşı karbon testiyle M.Ö. 10 bin yıl olarak hesaplanan taş bir tapınaktı. Bugün bile,
sular altında tüm ihtişamıyla ayakta duran bu tapınakta, Mısır Piramitlerinde kullanılan bazı
sembollere rastlanmıştı. Aynı semboller, Latin Amerika’da yaşamış Mayalar tarafından yapılan
piramitlerde de bulunuyordu. Dahası, aynı sembolleri Hindistan’daki Luksor Tapınaklarında da
görmek mümkündü. Hemen hepsinin yapım tarihlerinin birbirlerine çok yakın olması, M.Ö. 10 bin
yılının önemini arttırıyordu. Pasifik Okyanusunda yer alan Paskalya Adalarında inşa edilen tanrı
heykellerinin de yaşı M.Ö. 10 bin yılını gösteriyordu. Yani, o tarihlerde yaşamış bir medeniyetin
varlığı apaçık ortadaydı. Bu yapılar, ya aynı medeniyetin farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu
yapılardı; ya da bu coğrafyalardaki medeniyetlerin adı geçen isimsiz uygarlıktan etkilendikleriydi.
Her iki şekilde de bu uygarlığın dünyayı dolaşmış bir uygarlık olması olasıydı. O tarihlerde, dünyayı
dolaşmanın en kolay yolu deniz ulaşımı olabilirdi. Yani, bu isimsiz medeniyetin denizci bir toplum
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, M.Ö. 10 bin yılında Orta Asya’nın denizlerle
çevrili olduğunu hatırlayabiliriz.
Daha ilginç bir nokta ise, yukarıda sözünü ettiğimiz yapıların, yerküre üzerindeki dağılımı ve inşa
ediliş yönleriydi. Bu yapılar, şimdiki bilim adamlarını bile uğraştıran çeşitli hesaplamalarla, yıldız ve
yıldız kümelerinin hareketlerine ve şekillerine göre inşa edilmişlerdi. Yani bu antik medeniyet;
tarımı, denizciliği, mimariyi biliyor, astronomi ve matematiği çok iyi bir şekilde kullanabiliyordu.
Buradan yola çıkarak, Nuh Tufanında inşa edilen gemiyi ele alalım. Hayvanların erkek ve dişilerinin
büyük bir kısmı ile inanlı insanları içine alabilecek büyüklükte bir geminin o dönemde inşa edilmesi
büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlamıyor mu? Bu geminin inşası için mimari bilgisinin yanında
matematik ve fizik bilgisi gerekmiyor mu?
Şimdi önümüzde, gelişmiş bir uygarlık ya da birbirlerinden etkilenmeyi başarabilen, birbirleri ile
iletişim içinde olan birkaç uygarlık var. Ortak semboller ve mimari özellikler mevcut. Ortaya konan
savlarda, Mısır Piramitlerinde Türk Tamgalarına dayanılarak yazılmış hiyeroglifler olduğu
vurgulanıyor. Hatta, bu tamgalardan yola çıkılarak bazı okunamayan Mısır hiyerogliflerinin
çözüldüğü anlatılıyor. Kesinlikle araştırılmaya değer bir konu: Mısır Piramitlerinin inşasında Türklerin
payı nedir?
Tezlere ve dudaklarımızı uçuklatan iddialara devam edelim:
Tarcan; tarihte Göktürk diye bir kavmin olmadığını, bu kelimenin tamamıyla yanlış okuma ve
anlamlandırmadan ortaya çıktığını savunuyor. Aslında bu kelimenin “öküktürk” yani “Rabli Türk”
anlamına geldiğini özellikle vurguluyor. Yunanlıların adının bile, Üst Asya’dan gelmiş “Ökerik” adlı
kavmin isminin sıkışıp Grek’e dönüşmesiyle oluştuğunu savunuyor. Tarcan bu tezlerini, Ön Türklerin
tarihiyle ilgili çalışmalarına ve yazıtlardan elde ettiği belgelere dayanarak öne sürüyor. Mirşan; haklı
olarak, yazı olmadan uygarlık olmaz deyip, dünyada resimden alfabeye ilk geçişin Orta Asya’da
Türkler tarafından başlatıldığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor.
İlk yazının Sümerler tarafından kullanıldığını biliyoruz. Oysa Mirşan, yazının ilk Türkler tarafından
bulunduğunu ve ilk yazılı Türk belgesinin bilindiği gibi M.S. 8. yüzyıl değil, M.Ö. 10 bin yıl önceye
gittiğini söylüyor. Hiyeroglif, Etrüsk ve Sanskrit alfabesiyle yazılan yazıtların bugüne dek yanlış
okunduğunu, bunların Orta Asya’nın antik dönemlerinde kullanılan “tamga”lar kullanılmak suretiyle
arkaik Türkçe mantığına göre yazıldığını ve böyle okunması gerektiğini savunuyor. Türklerin
başlıca beş bölgede (Issık Göl ve çevresinde, Ural Dağlarının güneyinde, Sölengetaş
Mağarasının dolaylarında, Doğu Anadolu’da Erzurum bölgesinde, ve son olarak Güneybatı
Fransa’da) yaşadıklarını, kanıtlarıyla ve tarihte ilk kez kendisi tarafından okunan metinlerden
elde ettiği belgelerle ortaya koyuyor. Anadolu’dan İtalya’ya göçen Etrüsklerin, alfabeyi
Yunanlılardan aldığı savını yıkıyor ve aksine, Yunanlıların alfabeyi Etrüsklerden aldığını
örnekleriyle kanıtlıyor. Avrupa’da ortaya çıkarılan birçok kitabe olduğunu vurgulayan Mirşan;
bu kitabelerin Yunan veya Latin dillerine göre okunduklarını, bunun sonucunda da ortaya
anlamsız ve saçma metinlerin çıktığını söylüyor. Oysa aynı kitabeler, Ön Türkçe kullanılarak ve
Türk Tamgalarına dayanılarak okunduğunda düğüm çözülüyor. Fakat bu Batı’nın işine gelmiyor.
İşte, Mirşan’ın ortaya koyduğu önemli bir gerçek daha!
Mirşan; Türkçe yazının, Sölengetaş Mağarasında yer alan kaynaklara dayanarak, 16 bin yıl
öncesine dayandığını; Erzurum’un Cunni Mağarasında bulunan ve kendisinin okuduğu yazıtlara
göre, Mısır Çizi Yazısının dahi, tam 7000 yıl önce Anadolu’dan gittiğini savunuyor.
Kuşkusuz, Mirşan ve Tarcan gibi iki bilim adamlarının ortaya koyduğu bu çalışmalar, araştırmaya
değer, incelemeye değer kaynaklar olarak karşımızda duruyor. Eğer ki, bu savların doğruluğu
kanıtlanır ve ispatlanırsa, Batı temelli dünya tarihinin baştan aşağı yenileneceği kesin gibi
görünüyor.
‘Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir’ savının bugün karşılaştığı sahiplenilmeme olgusu, Tek Parti
döneminde de yaşanmış. “Öz Türkçe” hareketi içinden çıkılamaz bir hal alınca, “Güneş-Dil Teorisi”ne
dönüştürülmüş. Bu teori 1935’te H. F. Kvergic’in kitabından yola çıkılarak hazırlanmış. Türk dilinin
taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yoluyla dünya üzerindeki bütün dillere yayan eski ve
büyük bir kültür dili olduğunu savunan bu teori, dönemin aydınları tarafından desteklenmiş ancak
modern teorilere yenilerek, terk edilmiştir.
Bugün, Türkçe’nin içler acısı hali, belirli dönemlerde hortlayan ancak gerekli ilgiyi göremeyen
çalışmaların aniden sonlandırılması veya kapatılması ile giderek büyümektedir. Türkçe, özellikle
Amerikan İngilizcesi’nin, tabir yerindeyse, tecavüzüne uğramakta; Türk Dil Kurumu gibi bir
organizasyonun bu alanda çalışma yapmaması ise, vahim bir duruma işaret etmektedir. Şunu
unutmamak gerekir ki, yabancı bir kelimenin Türkçe’ye girmesi, yabancı bir dilin gramerinin
(dilbilgisinin) Türkçe’ye girmesinden çok daha az tehlikelidir. Yazık ki, dilimizin bugün karşılaştığı en
büyük sorunlardan biri de, yabancı gramerlerin (özellikle de İngilizce) Türkçe’de kendine yer
bulması ve yaygın olarak kullanılmasıdır. Köklü bir kültürün yozlaştırılmasındaki en büyük etken
dildir. Onu da başka bir sefere görüşürüz.
Ceviz Kabuğu programında, Haluk Tarcan ve Kâzım Mirşan tarafından ortaya atılan savları
incelemeye devam edelim.
Programı izleyen haftalarda, konu bir hayli ilgimi çektiğinden, internette Mirşan ve savları hakkında
ufak bir araştırma yaptım. Mirşan’ın, bir dergide yaptığı söyleşisinde, bilimsel özelliği taşıyan
tezlerinin nasıl ilgisizlik ve aşağılanma ile karşılaştığına, kendi ağzından anlattıklarıyla tanık oldum:
Mirşan, önemli bir tezini – fizik kitabını – Almanya’da bir profesöre
gönderiyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Mirşan’ın kitabı, Türklerin fizik
alanında yaptığı çalışmaları ve buluşları içeriyor. Alman profesör, kitaba
büyük ilgi gösteriyor ve âdeta Mirşan’ı soru yağmuruna tutarak,
kitapta bahsedilen bilgileri tartışıyor, analiz ediyor. Uzun bir uğraştan
sonra profesör ikna oluyor. Gelelim Türkiye’ye… Mirşan, aynı kitabını
incelenmesi üzerine TÜBİTAK’a gönderiyor. TÜBİTAK ise kitabı Ankara
Üniversitesine yolluyor. Üniversitedeki dekan, “Ben astrofizikçiyim ama
dekan olduğum için idari işlerim var, gelin biz bunu bilim kuruluna
gönderelim” deyip, Mirşan’ı ikna ediyor. Kitap, bilim kuruluna
gönderiliyor ve oradan da bir doçente naklediliyor. Doçentin verdiği
cevabı aynen, söyleşiden aktarıyorum: “Mümkün değil. Yani Türklerin
böyle bir kanunu bulması imkânsız. Olmaz böyle bir şey. Nasıl bulsun?
Biz zor buluyoruz.” Bu öngörü, bilimin şüpheci ve araştırmacı
değerlerine karşı gelen bir tutum değil midir? Bir bilim adamı nasıl olur da böyle bir tutumla tezi
reddedebilir? Bu tutum, bir toplumun ve devletin, kültür ve bilime verdiği değer açısından ne
derece uygar ve çağdaş olduğunu göstermez mi? O hâlde, Türkiye bir kez daha sınıfta kalıyor…
Tıpkı Mirşan gibi Tarcan da, Türkiye’de aynı sorunlarla karşı karşıya kalmış. Uzun yıllar Fransa’da
yaşayan Tarcan, Mirşan’a dayanarak elde ettiği verileri oradaki ilgili kurum ve kuruluşlara
göndermiş, seminerler ve toplantılar düzenlemiş, sonuç olarak yoğun bir ilgiyle karşılaşmış. Oysa
Türkiye’de aynı savlara gülünüp geçilmiş, hatta saçmalık denmiştir.
Varsayalım ki Mirşan’ın tezi doğru; ne değişir?
Elbette ki, tabuları yıkmak kolay değildir. Bu savlar kanıtlandığında, günlük yaşantımızda pek bir
değişme olmayacağı kesin. Ancak bu savlar işlendikçe ve tartışıldıkça değer kazanacaktır. İlk
adımda, bilinen 6 bin yıllık siyasi ve kültürel tarihimizin çok daha eskiye, M.Ö. 10 bin yılın
uzandığını bilmek, ulusumuza güven sağlayacaktır. Bununla birlikte, günümüze dek süregelen tarih
bilimi, baştan aşağı yenilenecek, Batı kaynaklı tarih senaryoları ortadan kalkacaktır. Kuşkusuz,
böyle bir araştırmanın yapılması ve dünyaya kabul ettirilmesiyle birlikte Ermeni, Yunan ve Kürt
sorununun da ortadan kalkacağı kesindir.
Varsayalım ki tez yanlış; ne değişir?
İnsanlığa yazı, hukuk, şehirleşme ve tarım gibi uygarlık temeli sayılan değerleri kazandıramamanın
yani Batı tarafından belirlenen tarih senaryomuzun devam edeceği bir gerçek. Batı tarafından
hazırlanıp, tarih bilimine sunulan göçebe ve barbar bir toplum teorisine mahkum olarak tarih
literatüründe yerimizi koruyacağız.
Konu ile ilgili olarak, Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı makalesinden bir
bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“…Ammaa! Türk halkının vergileriyle Amerika’da, Avrupa’da ya da buradaki yüksekokullarda
okutulmuş profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, hani şu kendimizi bildik bileli yinelenen
ekinsel buyuruculuk (kültür emperyalizmi) altında yamyassı olduklarından, eğitim sandıkları bütün
koşullanmalarını ırkçı, kıskanç, yasakçı Batı’ya borçlu olduklarından; ve daha da önemlisi, Mirşan’la
Tarcan’ın haklı olarak sayısız kez yineledikleri gibi, yarım yamalak öğrendikleri, küçümsedikleri,
utandıkları Anadolu Türkçesi’nin dışındaki öbür Türk dillerini, yazılarını bilmedikleri için, asıl
kaynakları, belgeleri okuyamadıkları; yalancı Batı kaynaklarına tutsak kaldıkları için, söylenenlere
sürekli karşı çıkıyor; bu iki sabırlı araştırmacı ile dalga geçiyor, inanacakları engellemeye
çalışıyorlar”.
Kâzım Mirşan; Türkistan’ın Kulca kentinde dünyaya gelmiş, ilköğrenimini Çin’de bitirmiş, orta
öğrenimine ise Türkiye’de başlamış, Almanya’da tamamlamıştır. Teknik Üniversitede mühendislik
eğitimi alan Mirşan’ın 30’un üzerinde yayınlanmış kitabı bulunuyor. Ayrıca Almanca, Rusça, Çince,
İngilizce bilgisinin yanı sıra, Latince, Yunanca, İtalyanca ve bütün Türkçe dillerini biliyor.
Mirşan, yaşamının 50 yılından fazlasını bu araştırmalara harcamış ve elde ettiği bilgiler sayesinde,
bugün tartışmasını yaptığımız savları ortaya koymuştur.
Atatürk’ün, yaklaşık 100 yıl önce başlattığı Türkçe ve Türk Tarihi çalışmalarını devam ettiren Mirşan,
çalışmaları ile Türk Tarihinin 10 bin yıllık varlığını kanıtlamış oluyor. Kendisinin tenkit ve tetkik
edilmesini bağıra bağıra dile getirmesine karşın, savlarının “incelenmeye değmez” hükmüyle
karşılanması, toplumumuzun ne derece yozlaştırıldığının açık bir kanıtı değil mi? Yazık ki, Atatürk
diye inleyen bir ulus, şimdi onun bir zamanlar başlattığı çalışmaları dahi unutmuş görünüyor. Yakın
bir gelecekte, bu kutsal varlığın isminin hepten silineceği endişesini taşıyorum.
Atatürk’ün şu sözünü hatırlayalım: “ Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” (1930).
Son olarak, yazımı yine Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde, konuya ilişkin yazdığı yazısının
son paragrafları ile bitirmek istiyorum:
“Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü ‘Türk, öğün, çalış, güven’
öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.
Irak Savaşı, gözümüzü yeterince açmaya yetecek mi, hep birlikte göreceğiz, yaşayacağız”.

kazım mirşan


Türk Tarihi Üzerine: Kâzım Mirşan ve Savı
Halkbilimci Haluk Tarcan ve Öntürk araştırmacısı Kâzım Mirşan… Geçen yaz, Hulki Cevizoğlu’nun
sunduğu Ceviz Kabuğu isimli programda, önemli savlarını ve iddialarını kamuoyu ile paylaştılar.
İki hafta aynı konuların tartışıldığı programın, birinci bölümünde Haluk Tarcan, Mirşan’a ve onun
çalışmalarına dayandırdığı çeşitli savlarıyla katılmıştı. Haluk Tarcan’ın anlattıklarının önemini sezer
sezmez, kendimi televizyon ekranı ile öpüşür durumda bulmuştum.
Ortaya atılan savları iki ana başlık altında toplayalım:
1) Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler vardır
2) Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir.
Öncelikle, şu rahatsızlığımı önemle vurgulamak isterim: ‘Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler
vardır’ gibi, mevcut tarih bilgimizi temelden sarsan bir iddianın sahiplenilmemesi ve büyük bir
ilgisizlikle karşılanması beni bir hayli üzdü.
Cevizoğlu, Haluk Tarcan’a soruyor: “Peki bu tez niçin şimdiye kadar insanlara duyurulmadı, gerekli
kurumlara bildirilmedi? Bu konu hakkında ne gibi çalışmalar yapıldı?” Tarcan ise çok ilginç bir
cevapla yanıtlıyor: “Çalmadık kapı bırakmadım. Gittiğim her yerde, ki bunlar Genel Kurmay
Başkanlığı, Türk Dil Kurumu gibi devletin temel kurumlarıdır, tezimle ve benle alay ettiler. Bunlar
saçmalıktır deyip, güldüler ve inceleme girişiminde dahi bulunmadılar”.
Şaşkınlık içindeydim. Olmamak mümkün mü? Nasıl olur da devletin kurumları, bilim adamları bu
iddialara ‘saçmalık’ diyebilirdi? Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların asıl görevi, bu
tür iddiaları araştırmak, bu tür savların doğruluğunu ya da yanlışını kanıtlamak değil mi?
Bu derece bir cahillik (ya da ismi her neyse) ancak, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun 12
Eylül yönetimi tarafından kapatılıp, yerine sadece aynı adı taşıyan bir kurumun, bilim dışı ve
çağdaşlık dışı yaklaşımı ile ortaya çıkabilirdi. Çıktı da…
Gelin, savları saçmalık olarak tanımlanan Mirşan ve Tarcan’ın çalışmalarına bir göz atalım.
Bana göre, ortaya atılan tezlerin en önemlisi, birinci programda Haluk Tarcan tarafından Mirşan’ın
çalışmalarına dayanarak öne sürdüğü Çin Seddi’nin niçin inşa edildiğine ilişkin savdı. Bu teoriye
göre;
M.Ö. 10 bin yıllarında, Orta Asya’da bugün yer alan geniş çöller ve kurak topraklar, o dönemlerde
geniş iç denizlerdi. Öyle ki, her yıl büyük bir bölümü kuruyan Aral Gölü, o tarihlerde büyük bir iç
deniz olarak uzanıyordu. Birkaç denizin çevrelediği Orta Asya’da tropik iklim hüküm sürüyordu.
Güçlü bir medeniyetin varolabilmesi için gerekli tüm şartlar hazırdı. Bunu, elde ettiği verilere
dayanarak hazırladığı haritalarla kanıtlıyordu Tarcan. O tarihlerde, Türkler Orta Asya’da federasyon
bir devlet olarak yaşıyorlarmış. Bu devletin ismini, başkentini ve hatta büyük şehirlerini de (ki ben
not alamadım) aynı haritada görmek mümkündü. Bir başkenti, büyük şehirleri olan ve tropik bir
iklimin ortasında yer alan bu devletin tarımla uğraşması olasıydı. Dolayısıyla, tarım için gerekli alet
ve makinelerinin de olması gerekiyordu. Dahası, tarımla uğraşan bir devletin yazısının olmaması
düşünülemezdi. Buradan yola çıkarak, M.Ö. 10 bin yıllarında Orta Asya’da yaşamış güçlü bir
medeniyetin varlığı ortaya çıkmaktadır. Çin Seddi’nin niçin inşa edildiği sorusuna da bu teori açık bir
şekilde cevap veriyor. Yine, mevcut tarih bilgilerimizi temelden sarsan bir iddia ile karşı karşıya
kalıyoruz. Tarcan’ın öne sürdüğü sav, Çin Seddi’nin barbar Türklerden ve diğer kavimlerden
korunmak amacıyla yapıldığı gerçeğini temelden yıkıyor. Tarcan, şöyle devam ediyor:
“Bilindiği gibi Çin Seddi, barbar Türklerden korunmak için değil, aksine gümrük güvenliğini
sağlamak ve ülkenin sınırlarını belirlemek amaçlı yapılmıştı. Çünkü Türkler, Çin pazarını tehdit
edecek ölçüde tarımla uğraşıyorlardı ve mal üretiyorlardı”.
Bunlar, tüm dünya tarihini çok derinden yaralayacak, önemli iddialardı. Başka bir önemli sav ile
karşı karşıya kalıyorum: Türklerin, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa ettiği savı…
Tarcan diyor ki, “Türkler, Çin’de 300 m
yüksekliğinde taş piramitler inşa etmişlerdir.
Bilindiği üzere, Mısır Piramitlerinin yaşı M.Ö. 8000
civarında. Oysa, Türkler tarafından yapılan
piramitler bunlardan tam 2000 yıl önce, yani M.Ö.
10 bin yılında yapılmışlar”. İnsan önceleri
şaşkınlığını gizleyemiyor ancak, Tarcan, bu
piramitlerin fotoğraflarını da ekrandan gösteriyor.
Bunlar gerçekten taştan yapılmış piramitler… Bu
fotoğraflar hakkında çok önemli bir gerçek daha
var: Türkler tarafından inşa edilen bu piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak bölge olması. Çin
Hükümeti, piramitlerin yer aldığı bölgeye kesinlikle turist sokmuyor; bırakın turisti insan bile
giremiyor. Tarcan, gösterdiği fotoğrafların, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir asker tarafından
yanlışlıkla çekildiğini, yapılar ortaya çıktığında, durumun bazı güçlerce gizlendiğini ve belgelerinin
ortadan kaldırıldığını da ekliyor.
Başından beri üzerinde özellikle durulan tarihin M.Ö. 10 bin yılı olduğuna dikkat ediniz. Bu tarihle
ilgili olarak, izlediğim bir belgeselden yola çıkalım ve bir tespit yapalım:
Haluk Tarcan ve Kazım Mirşan’ı henüz duymamıştım. Bu tartışma programını izlemeden birkaç ay
önce; Discovery Channel isimli kanalda bir belgesel yayınlanmıştı. Böyle bir tartışma programını
izleyeceğimi tahmin etseydim eğer, belgeselin yapımcısının adını ve programın ismini, tarih ve
saatiyle birlikte not alırdım. Ancak, aynı programların sürekli döndüğü kanalda, aynı belgesele
rastlamak olası. Dikkatimi çeken nokta ise, adı geçen belgeselde ve Tarcan’ın ortaya attığı savlarda
geçen M.Ö. 10 bin yılıydı. Bu tarihin, bu derece önemi nereden kaynaklanıyordu? İnsanlık tarihi
boyunca, bizlerden saklanan birtakım gerçeklerin olduğu yavaş yavaş kesinlik kazanmaya
başlamıştı… Belgesel ile devam edelim:
Bu programda, M.Ö. 10 bin yılında yaşamış çok gelişmiş bir medeniyetten söz ediyordu. İlginç olan
ise, böyle bir medeniyetin varlığının kanıtlarıyla tespit edilmesi ancak isminin konulmamasıydı
(verilmemesiydi). Belgeselde özellikle vurgulanan ana tema, bu medeniyetin tüm dünyayı dolaştığı,
kendi kültürünü dünyaya yaydığı ve bunu sadece bir noktadan yayılarak yaptığıydı. O tarihlerde,
dünyada gelişmiş ve büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlayan delillerden birisi, Japon Denizinde
bulunan ve yaşı karbon testiyle M.Ö. 10 bin yıl olarak hesaplanan taş bir tapınaktı. Bugün bile,
sular altında tüm ihtişamıyla ayakta duran bu tapınakta, Mısır Piramitlerinde kullanılan bazı
sembollere rastlanmıştı. Aynı semboller, Latin Amerika’da yaşamış Mayalar tarafından yapılan
piramitlerde de bulunuyordu. Dahası, aynı sembolleri Hindistan’daki Luksor Tapınaklarında da
görmek mümkündü. Hemen hepsinin yapım tarihlerinin birbirlerine çok yakın olması, M.Ö. 10 bin
yılının önemini arttırıyordu. Pasifik Okyanusunda yer alan Paskalya Adalarında inşa edilen tanrı
heykellerinin de yaşı M.Ö. 10 bin yılını gösteriyordu. Yani, o tarihlerde yaşamış bir medeniyetin
varlığı apaçık ortadaydı. Bu yapılar, ya aynı medeniyetin farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu
yapılardı; ya da bu coğrafyalardaki medeniyetlerin adı geçen isimsiz uygarlıktan etkilendikleriydi.
Her iki şekilde de bu uygarlığın dünyayı dolaşmış bir uygarlık olması olasıydı. O tarihlerde, dünyayı
dolaşmanın en kolay yolu deniz ulaşımı olabilirdi. Yani, bu isimsiz medeniyetin denizci bir toplum
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, M.Ö. 10 bin yılında Orta Asya’nın denizlerle
çevrili olduğunu hatırlayabiliriz.
Daha ilginç bir nokta ise, yukarıda sözünü ettiğimiz yapıların, yerküre üzerindeki dağılımı ve inşa
ediliş yönleriydi. Bu yapılar, şimdiki bilim adamlarını bile uğraştıran çeşitli hesaplamalarla, yıldız ve
yıldız kümelerinin hareketlerine ve şekillerine göre inşa edilmişlerdi. Yani bu antik medeniyet;
tarımı, denizciliği, mimariyi biliyor, astronomi ve matematiği çok iyi bir şekilde kullanabiliyordu.
Buradan yola çıkarak, Nuh Tufanında inşa edilen gemiyi ele alalım. Hayvanların erkek ve dişilerinin
büyük bir kısmı ile inanlı insanları içine alabilecek büyüklükte bir geminin o dönemde inşa edilmesi
büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlamıyor mu? Bu geminin inşası için mimari bilgisinin yanında
matematik ve fizik bilgisi gerekmiyor mu?
Şimdi önümüzde, gelişmiş bir uygarlık ya da birbirlerinden etkilenmeyi başarabilen, birbirleri ile
iletişim içinde olan birkaç uygarlık var. Ortak semboller ve mimari özellikler mevcut. Ortaya konan
savlarda, Mısır Piramitlerinde Türk Tamgalarına dayanılarak yazılmış hiyeroglifler olduğu
vurgulanıyor. Hatta, bu tamgalardan yola çıkılarak bazı okunamayan Mısır hiyerogliflerinin
çözüldüğü anlatılıyor. Kesinlikle araştırılmaya değer bir konu: Mısır Piramitlerinin inşasında Türklerin
payı nedir?
Tezlere ve dudaklarımızı uçuklatan iddialara devam edelim:
Tarcan; tarihte Göktürk diye bir kavmin olmadığını, bu kelimenin tamamıyla yanlış okuma ve
anlamlandırmadan ortaya çıktığını savunuyor. Aslında bu kelimenin “öküktürk” yani “Rabli Türk”
anlamına geldiğini özellikle vurguluyor. Yunanlıların adının bile, Üst Asya’dan gelmiş “Ökerik” adlı
kavmin isminin sıkışıp Grek’e dönüşmesiyle oluştuğunu savunuyor. Tarcan bu tezlerini, Ön Türklerin
tarihiyle ilgili çalışmalarına ve yazıtlardan elde ettiği belgelere dayanarak öne sürüyor. Mirşan; haklı
olarak, yazı olmadan uygarlık olmaz deyip, dünyada resimden alfabeye ilk geçişin Orta Asya’da
Türkler tarafından başlatıldığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor.
İlk yazının Sümerler tarafından kullanıldığını biliyoruz. Oysa Mirşan, yazının ilk Türkler tarafından
bulunduğunu ve ilk yazılı Türk belgesinin bilindiği gibi M.S. 8. yüzyıl değil, M.Ö. 10 bin yıl önceye
gittiğini söylüyor. Hiyeroglif, Etrüsk ve Sanskrit alfabesiyle yazılan yazıtların bugüne dek yanlış
okunduğunu, bunların Orta Asya’nın antik dönemlerinde kullanılan “tamga”lar kullanılmak suretiyle
arkaik Türkçe mantığına göre yazıldığını ve böyle okunması gerektiğini savunuyor. Türklerin
başlıca beş bölgede (Issık Göl ve çevresinde, Ural Dağlarının güneyinde, Sölengetaş
Mağarasının dolaylarında, Doğu Anadolu’da Erzurum bölgesinde, ve son olarak Güneybatı
Fransa’da) yaşadıklarını, kanıtlarıyla ve tarihte ilk kez kendisi tarafından okunan metinlerden
elde ettiği belgelerle ortaya koyuyor. Anadolu’dan İtalya’ya göçen Etrüsklerin, alfabeyi
Yunanlılardan aldığı savını yıkıyor ve aksine, Yunanlıların alfabeyi Etrüsklerden aldığını
örnekleriyle kanıtlıyor. Avrupa’da ortaya çıkarılan birçok kitabe olduğunu vurgulayan Mirşan;
bu kitabelerin Yunan veya Latin dillerine göre okunduklarını, bunun sonucunda da ortaya
anlamsız ve saçma metinlerin çıktığını söylüyor. Oysa aynı kitabeler, Ön Türkçe kullanılarak ve
Türk Tamgalarına dayanılarak okunduğunda düğüm çözülüyor. Fakat bu Batı’nın işine gelmiyor.
İşte, Mirşan’ın ortaya koyduğu önemli bir gerçek daha!
Mirşan; Türkçe yazının, Sölengetaş Mağarasında yer alan kaynaklara dayanarak, 16 bin yıl
öncesine dayandığını; Erzurum’un Cunni Mağarasında bulunan ve kendisinin okuduğu yazıtlara
göre, Mısır Çizi Yazısının dahi, tam 7000 yıl önce Anadolu’dan gittiğini savunuyor.
Kuşkusuz, Mirşan ve Tarcan gibi iki bilim adamlarının ortaya koyduğu bu çalışmalar, araştırmaya
değer, incelemeye değer kaynaklar olarak karşımızda duruyor. Eğer ki, bu savların doğruluğu
kanıtlanır ve ispatlanırsa, Batı temelli dünya tarihinin baştan aşağı yenileneceği kesin gibi
görünüyor.
‘Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir’ savının bugün karşılaştığı sahiplenilmeme olgusu, Tek Parti
döneminde de yaşanmış. “Öz Türkçe” hareketi içinden çıkılamaz bir hal alınca, “Güneş-Dil Teorisi”ne
dönüştürülmüş. Bu teori 1935’te H. F. Kvergic’in kitabından yola çıkılarak hazırlanmış. Türk dilinin
taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yoluyla dünya üzerindeki bütün dillere yayan eski ve
büyük bir kültür dili olduğunu savunan bu teori, dönemin aydınları tarafından desteklenmiş ancak
modern teorilere yenilerek, terk edilmiştir.
Bugün, Türkçe’nin içler acısı hali, belirli dönemlerde hortlayan ancak gerekli ilgiyi göremeyen
çalışmaların aniden sonlandırılması veya kapatılması ile giderek büyümektedir. Türkçe, özellikle
Amerikan İngilizcesi’nin, tabir yerindeyse, tecavüzüne uğramakta; Türk Dil Kurumu gibi bir
organizasyonun bu alanda çalışma yapmaması ise, vahim bir duruma işaret etmektedir. Şunu
unutmamak gerekir ki, yabancı bir kelimenin Türkçe’ye girmesi, yabancı bir dilin gramerinin
(dilbilgisinin) Türkçe’ye girmesinden çok daha az tehlikelidir. Yazık ki, dilimizin bugün karşılaştığı en
büyük sorunlardan biri de, yabancı gramerlerin (özellikle de İngilizce) Türkçe’de kendine yer
bulması ve yaygın olarak kullanılmasıdır. Köklü bir kültürün yozlaştırılmasındaki en büyük etken
dildir. Onu da başka bir sefere görüşürüz.
Ceviz Kabuğu programında, Haluk Tarcan ve Kâzım Mirşan tarafından ortaya atılan savları
incelemeye devam edelim.
Programı izleyen haftalarda, konu bir hayli ilgimi çektiğinden, internette Mirşan ve savları hakkında
ufak bir araştırma yaptım. Mirşan’ın, bir dergide yaptığı söyleşisinde, bilimsel özelliği taşıyan
tezlerinin nasıl ilgisizlik ve aşağılanma ile karşılaştığına, kendi ağzından anlattıklarıyla tanık oldum:
Mirşan, önemli bir tezini – fizik kitabını – Almanya’da bir profesöre
gönderiyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Mirşan’ın kitabı, Türklerin fizik
alanında yaptığı çalışmaları ve buluşları içeriyor. Alman profesör, kitaba
büyük ilgi gösteriyor ve âdeta Mirşan’ı soru yağmuruna tutarak,
kitapta bahsedilen bilgileri tartışıyor, analiz ediyor. Uzun bir uğraştan
sonra profesör ikna oluyor. Gelelim Türkiye’ye… Mirşan, aynı kitabını
incelenmesi üzerine TÜBİTAK’a gönderiyor. TÜBİTAK ise kitabı Ankara
Üniversitesine yolluyor. Üniversitedeki dekan, “Ben astrofizikçiyim ama
dekan olduğum için idari işlerim var, gelin biz bunu bilim kuruluna
gönderelim” deyip, Mirşan’ı ikna ediyor. Kitap, bilim kuruluna
gönderiliyor ve oradan da bir doçente naklediliyor. Doçentin verdiği
cevabı aynen, söyleşiden aktarıyorum: “Mümkün değil. Yani Türklerin
böyle bir kanunu bulması imkânsız. Olmaz böyle bir şey. Nasıl bulsun?
Biz zor buluyoruz.” Bu öngörü, bilimin şüpheci ve araştırmacı
değerlerine karşı gelen bir tutum değil midir? Bir bilim adamı nasıl olur da böyle bir tutumla tezi
reddedebilir? Bu tutum, bir toplumun ve devletin, kültür ve bilime verdiği değer açısından ne
derece uygar ve çağdaş olduğunu göstermez mi? O hâlde, Türkiye bir kez daha sınıfta kalıyor…
Tıpkı Mirşan gibi Tarcan da, Türkiye’de aynı sorunlarla karşı karşıya kalmış. Uzun yıllar Fransa’da
yaşayan Tarcan, Mirşan’a dayanarak elde ettiği verileri oradaki ilgili kurum ve kuruluşlara
göndermiş, seminerler ve toplantılar düzenlemiş, sonuç olarak yoğun bir ilgiyle karşılaşmış. Oysa
Türkiye’de aynı savlara gülünüp geçilmiş, hatta saçmalık denmiştir.
Varsayalım ki Mirşan’ın tezi doğru; ne değişir?
Elbette ki, tabuları yıkmak kolay değildir. Bu savlar kanıtlandığında, günlük yaşantımızda pek bir
değişme olmayacağı kesin. Ancak bu savlar işlendikçe ve tartışıldıkça değer kazanacaktır. İlk
adımda, bilinen 6 bin yıllık siyasi ve kültürel tarihimizin çok daha eskiye, M.Ö. 10 bin yılın
uzandığını bilmek, ulusumuza güven sağlayacaktır. Bununla birlikte, günümüze dek süregelen tarih
bilimi, baştan aşağı yenilenecek, Batı kaynaklı tarih senaryoları ortadan kalkacaktır. Kuşkusuz,
böyle bir araştırmanın yapılması ve dünyaya kabul ettirilmesiyle birlikte Ermeni, Yunan ve Kürt
sorununun da ortadan kalkacağı kesindir.
Varsayalım ki tez yanlış; ne değişir?
İnsanlığa yazı, hukuk, şehirleşme ve tarım gibi uygarlık temeli sayılan değerleri kazandıramamanın
yani Batı tarafından belirlenen tarih senaryomuzun devam edeceği bir gerçek. Batı tarafından
hazırlanıp, tarih bilimine sunulan göçebe ve barbar bir toplum teorisine mahkum olarak tarih
literatüründe yerimizi koruyacağız.
Konu ile ilgili olarak, Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı makalesinden bir
bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“…Ammaa! Türk halkının vergileriyle Amerika’da, Avrupa’da ya da buradaki yüksekokullarda
okutulmuş profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, hani şu kendimizi bildik bileli yinelenen
ekinsel buyuruculuk (kültür emperyalizmi) altında yamyassı olduklarından, eğitim sandıkları bütün
koşullanmalarını ırkçı, kıskanç, yasakçı Batı’ya borçlu olduklarından; ve daha da önemlisi, Mirşan’la
Tarcan’ın haklı olarak sayısız kez yineledikleri gibi, yarım yamalak öğrendikleri, küçümsedikleri,
utandıkları Anadolu Türkçesi’nin dışındaki öbür Türk dillerini, yazılarını bilmedikleri için, asıl
kaynakları, belgeleri okuyamadıkları; yalancı Batı kaynaklarına tutsak kaldıkları için, söylenenlere
sürekli karşı çıkıyor; bu iki sabırlı araştırmacı ile dalga geçiyor, inanacakları engellemeye
çalışıyorlar”.
Kâzım Mirşan; Türkistan’ın Kulca kentinde dünyaya gelmiş, ilköğrenimini Çin’de bitirmiş, orta
öğrenimine ise Türkiye’de başlamış, Almanya’da tamamlamıştır. Teknik Üniversitede mühendislik
eğitimi alan Mirşan’ın 30’un üzerinde yayınlanmış kitabı bulunuyor. Ayrıca Almanca, Rusça, Çince,
İngilizce bilgisinin yanı sıra, Latince, Yunanca, İtalyanca ve bütün Türkçe dillerini biliyor.
Mirşan, yaşamının 50 yılından fazlasını bu araştırmalara harcamış ve elde ettiği bilgiler sayesinde,
bugün tartışmasını yaptığımız savları ortaya koymuştur.
Atatürk’ün, yaklaşık 100 yıl önce başlattığı Türkçe ve Türk Tarihi çalışmalarını devam ettiren Mirşan,
çalışmaları ile Türk Tarihinin 10 bin yıllık varlığını kanıtlamış oluyor. Kendisinin tenkit ve tetkik
edilmesini bağıra bağıra dile getirmesine karşın, savlarının “incelenmeye değmez” hükmüyle
karşılanması, toplumumuzun ne derece yozlaştırıldığının açık bir kanıtı değil mi? Yazık ki, Atatürk
diye inleyen bir ulus, şimdi onun bir zamanlar başlattığı çalışmaları dahi unutmuş görünüyor. Yakın
bir gelecekte, bu kutsal varlığın isminin hepten silineceği endişesini taşıyorum.
Atatürk’ün şu sözünü hatırlayalım: “ Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” (1930).
Son olarak, yazımı yine Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde, konuya ilişkin yazdığı yazısının
son paragrafları ile bitirmek istiyorum:
“Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü ‘Türk, öğün, çalış, güven’
öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.
Irak Savaşı, gözümüzü yeterince açmaya yetecek mi, hep birlikte göreceğiz, yaşayacağız”.

harp oyunu

Ordulara komuta etmek, kendini bir masabaşı generali olarak gören herkesin bir numaralı hayalidir, kanaatimce. Her koltuk generalinin bu değişmez hayalini gerçekleştirebileceği yegane hobi ise harp oyunlarıdır.Dünyadaki diğer koltuk generallerinin en sevdikleri hobileri olan, ancak ülkemizde pek yaygın olmayan sivil harp oyunculuğundan bahsetmek istiyorum. Sivil harp oyunculuğu ve harp oyunları ile ilgili bilgi vermeden önce, kısaca harp oyunlarının tarihine değinmek isterim.Harp Oyunlarının Kısa TarihiHarp oyunu, bir askeri operasyonun, değişik yollarla simule edilmesidir. Amacı ise doğrudan savaşa gitmeden savaş tecrübesi kazanmak, olası bir savaş durumunun ordu üzerindeki etkilerini gözlemlemek, yeni stratejiler denemek ve olası harekatlara hazırlanmaktır.İlk modern harp oyunları Prusyalı siviller ve subaylar tarafından 1811 yılında Kriegspiel adı altında hazırlandı. Ordu içerisinde imparatorun da desteğiyle büyük kabul gördü. 1828 yılında, genç bir subay olan Helmuth von Moltke, Kriegspieler Verein adı altında bir harp oyunları derneği kurdu. İleride Alman Genelkurmay Başkanı olacak bu subay Alman Ordusu'nun eğitiminde harp oyunlarının yerinin çok önemli olduğunu düşünüyordu. Netekim 1870-71 Fransa-Prusya Savaşı sonucunda Prusyalıların kazandığı zafer tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Prusyalılar da kendi icatları olan harp oynununu diğer milletlere tanıtmaktan çekinmemişlerdi ve harp oyunları diğer ordulara da yayılmıştı.2. Dünya Savaşı sonuna kadar oynanılan harp oyunları tarihi veya hayali savaşları etüd etmek için bir araç olarak kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı'nın ardından ise harp oyunların ana amacı, yeni teknolojileri ve silah sistemlerini denemek olmuştur. Bugün günümüzde de dünya orduları düzenli şekilde harp oyunları icra etmektedirler. Teknolojiler değişse de, bu oyunların temelinde yatan ana fikir Prusyalıların geliştirdiği "Kriegspiel" ile aynıdır.Ülkemizde ilk harp oyunları 22 Şubat 1924'de Atatürk'ün de katılımıyla İzmir'de gerçekleşmiştir. Yine genelkurmay başkanlığımız düzenli olarak milli veya diğer ülkelerle müşterek harp oyunları oynamaktadırlar. 1998 yılında Harp Akademileri Komutanlığı bünyesinde kurulan Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi ordumuzun harp oyunları talebini karşılamakta ve yeni muharebe modelleri geliştirmek için çalışmaktadır.Sivil Harp OyunculuğuŞimdi gelelim bizi ilgilendiren konuya, yani sivil harp oyunculuğuna(civillian wargaming).Efendim, hepimiz satranç oynamışızdır ve fırsat buldukça da oynarız. Satranç aslında, siviller tarafından oynandığı bilinen en eski harp oyunudur. (İleride Yüzbaşı Cihangir Akşit'in bu konuda yazdığı mükemmel bir makaleyi yayınlayacağım.)Yine Çinliler tarafından bulunan ve satranç kadar eski sayılan Wei-Hei(Kuşatma, şimdiki ismiyle GO), sivillerin yoğun olarak oynadığı bir harp oyunudur.Ama modern harp simulasyonların sivillerin beğenisine sunulması, sivil harp oyunculuğunun doğuşu olmuştur. 19. Yüzyıl'da Oxford, İngiltere'de ilk sivil harp oyunu klübü kurulmuştu. Minyatür modellerle kendi geliştirdikleri kuralları temel alan bir harp oyunu oynuyorlardı. 1950'li yıllara kadar birçok harp oyunu üretildi ve sivillerin beğenisine sunuldu. Ama asker ve gemi modellerine sahip olmak zorunluluğu olmasıyla hem pahalıydı hem de pratik değildi. 1953 yılında Charles S. Roberts isimli Amerikalı bir genç, iki hayali ülkenin savaşını anlatan Tactics isimli ilk sivil harp oyununu piyasaya sürmüştür. Bu oyun sivillerin beğenisine sunulan ilk modern harp oyunudur. Roberts insanların oyuna rağbet ettiğini ve birçok insanın modern harp oyunlarına ilgili olduğunu görmüş ve 1958 yılında Avalon Hill isimli firmayı kurmuştur. Avalon Hill 1961'e kadar sadece 6 oyun piyasaya sürmüştü. Ama inanılmaz derecede büyüdü. 1962 yılında firma senede 200.000 oyun satıyordu. Sonradan kendi harp oyunu dergileri olan General'i yayınlamaya başladılar. Firma 1998'de Hasbro tarafından satın alındı. Ama geriye Avalon Hill'e ait Panzerblitz, Third Reich, Stalingrad, Blitzkrieg gibi birçok efsane oyun kaldı.Amerika'da yaygınlaşan modern harp oyunculuğu hobisi, bu yıllarda Avrupa'ya da sıçradı ve oradan tüm dünyaya yayıldı. Bugün dünyada büyük bir hobi halini almış ve kendi sektörünü oluşturmuş bulunan harp oyunculuğu, gün geçtikçe daha da ilgi toplamakta. Her sene dünyanın dört bir yanında düzenlenen harp oyunu fuarları ve turnuvalar bunun en büyük örneği.Şu anda dünyada oynanan 3 türlü harp oyunu vardır:Minyatür Harp Oyunları(Miniature Wargaming): Küçük plastik ve metal askerlerden ve savaş aletleri modelleriyle oynanan harp oyunudur. Oyuncuların kendi askerlerine ve savaş alanlarına sahip olmasını gerektirdiği için oldukça emek ve masraf istemektedir. Ülkemizde de tarihi anlamda olmasa da fantazi türü minyatür harp oyunlarının oynandığı bilinmektedir.Masaüstü Oyunları(Boardgames): Özellikle Amerika ve İngiltere'de yaygın bir hobi olarak kabul edilmektedir. Bu hobi üzerine dünya çapında fuarlar düzenlenir, turnuvalar yapılır.Masaüstü oyunlarını muhteviyatı; harita, parçalar, zar, kartlar, kural kitabı ve senaryolardan ibarettir.Haritalar çoğunlukla altıgenlere bölünmüştür. Ayrıca ülkemizde de piyasaya sunulan Risk veya Axis and Allies gibi oyunlarda da bölgelere bölünmüş haritalar görülebilir.Haritalarda çoğunlukla yerşekilleri uygun bir detaylılıkta resmedilir.Parçalar, oyunda kontrol ettiğimiz askeri birlikleri temsil etmektedirler. Çoğunlukla sert kartondan veya plastikten yapılmışlardır. Üzerlerinde birlik hakkında bilgi veren işaretler bulunur.Zar, oyundaki şans unsurunu belirlemekte kullanılır. Savaştaki olasılıkları göz önüne alınca zarın harp oyunlarındaki önemi daha iyi anlaşılır. Bu yüzden şans unsuru olmayan satranç veya GO gibi harp oyunları daha determinist bir savaş anlayışını temsil ederler.Kartlar bazı oyunlarda yer alır ve oyuna etki eden bazı faktörleri belirler.Kural kitabı oyunun kuralları hakkında oyunculara rol gösterir. Özellikle bazı karmaşık oyunlar sırasında, devamlı kitaba bakma ihtiyacı hissedilir.Senaryolar aynı oyun setiyle farklı savaş senaryolarının oynanmasını mümkün kılan eklemelerdir. Genelde çoğu oyun tek bir operasyon veya savaş üzerine kurulu olsa da, bazı oyunlar senaryo eklemeleriyle farklı askeri durumları da canlandırabilirler.Masaüstü harp oyunları ülkemizde pek yaygın olmamakla birlikte Risk isimli oyun ülkemizde yaygın şekilde oynanmaktadır.Bilgisayar Oyunları (Computer Wargaming):Avalon Hill'in 1980li yıllarda kendi masaüstü oyunlarını dijital ortama aktarmasıyla başlamış ve sonradan SSI(Strategic Simulations Inc.) tarafından devam ettirilmiştir. Talonsoft, HPS Simulations, Matrix Games gibi firmaların çıkardığı kaliteli simulasyonlar, tüm dünyada büyük beğeni ile karşılanmaktadır. Dünyadaki en yaygın harp oyunculuğu şeklidir. Özellikle internet teknolojisinin gelişmesiyle ortaya çıkan PBEM(Play by E-Mail) sistemi ile oyuncular internet üzerinden birbirlerinin e-posta adreslerine hamle gönderip almaktadırlar. İnternet üzerindeki uluslararası forumlarda devamlı surette yeni senaryolar geliştirilmekte, strateji ve taktikler tartışılmaktadır. Ayrıca oyuncular kendi oyunları sırasında tuttukları muharebe notları olan AAR(After Action Report- Muharebe Raporu) buralarda diğer oyuncuların beğenisine sunmaktadırlar.Ancak bu oyunlar genelde RTS(Real time strategy) türü hızlı ve grafik yönünden göze hoş gelen savaş oyunlarının müptelaları tarafından pek beğenilmezler. Zira harp simulasyonlarında grafik namına pek birşey yoktur. Sadece bir harita, harita üzerinde hareket ettirdiğiniz birlikleriniz ve ekranın kenarında bir kontrol paneli. Bu yüzden ülkemizde de pek yaygın değildir. Ama bu tür oyunlar konusunda ülkemizde cidden uzmanlaşmış kimseler mevcut.(Buradan benim de bu hobiyi sevmeme vesile olmuş Özgür Abi'ye ve Sayıl Abi'ye saygılarımı yollarım.)Bu tarz harp oyunları ülkemizde pek tutulmasa da, SSI firmasının Panzer General serisini ülkemizde neredeyse ülkemizdeki tüm oyuncular severek oynamıştır. 2 sene önce Paradox tarafından piyasaya sürülen Hearts of Iron 2 isimli oyun da ülkemizde oldukça rağbet görmekte.Harp oyunları simule ettikleri senaryolara göre 4 ayrı kategoriye ayrılır:1)Büyük Strateji(Grand Strategy): Bir veya birden çok savaşa veya daha uzun bir döneme odaklanılır. Birlikleri ayrı ayrı kontrol etmek yerine, cepheler üzerine yoğunlaşılır. Politik, ekonomik ve askeri olayların kontrolünün simulasyonudur.2)Strateji: Genelde tümen, kolordu, ordu büyüklüğünde birliklere komuta edilen harp oyunlarıdır. Üretim ve diplomasi ön plandadır. Bir savaş veya uzun süren bir muharebe simule edilir. Kara, hava ve deniz kuvvetlerine hep birlikte komuta edilebilir.3)Operasyonel: Birlikler tabur ile tümen arasında değişir. Hava ve lojistik gibi etmenler oldukça ön plandadır. Genelde, kuvvet sınıflarından(kara, hava ve deniz) sadece birine odaklıdır. Genelde bir muharebe veya operasyonu simule eder.4)Taktik: Birlikler manga, takım ve bölük arasında değişir. Her zaman tek bir kuvvet sınıfına odaklıdır. Bir çatışmayı veya muharebeyi simule eder.Bu tarz oyunlardan tavsiye edebileceklerim(Kara savaşları üzerine):Büyük Strateji tarzı oyunlardan; Hearts of Iron 2 ve Diplomacy.Strateji tarzı oyunlardan; Third Reich, Axis and Allies, Gary Grigsby's World at War, Panzer General.Operasyonel oyunlardan; The Operational Art of War3, Panzer Campaigns.Taktik oyunlardan; Squad Battles, Steel Panthers, TacOpsRTS türünden de; Close Combat serisi, Combat Mission serisi, Sid Meier's Gettysburg ve Antietam gibi oyunları tavsiye etmeden geçemeyeceğim.İleride bu oyunlardan, özellikle de kendi oynadıklarımdan detaylıca bahsedeceğim.Önde gelen bir kaç harp oyunu üreticisinin internet siteleri:http://www.hpssims.com/http://www.matrixgames.com/http://www.battlefront.com/index.htmhttp://www.shrapnelgames.com/Harp oyunları hakkında herşeyi bulabileceğiniz bir site:http://www.wargamer.com/Default.asp

alıntıdır.

EN GÜZEL HARP OYUNU "SATRANÇ"

EN GÜZEL HARP OYUNU "SATRANÇ"P.Yzb. Cihangir AKŞİTBu yazıya "Satranç" konusuna hiç inanmayanlar, ya da bu muhteşem oyuna; "bildiğimiz dama oyununun çığrından çıkmış hali" şeklinde değerlendirmelerde bulunanlar, muhtemelen hiç ilgi duymayacaklardır. Ancak birazcık objektif gözle konuya yaklaşmaya başlayınca; inanmamak bir tarafa, onun bir sevini veya hayranı olmak, yalnızca bir an meselesidir.Biraz iddialı olmakla beraber; işte bu küçücük 64 kare üzerinde oynanan bu muhteşem oyun, aslında korkunç bir meydan muharebesinden başka bir şey değildir.Dehşet, hareket, zayiat, muhakeme, planlama, metanet, inisiyatif, baskı, taarruz, savunma, aldatma, tanklar, piyadeler, helikopterler, istihkamcılar, her şey mevcuttur satrançta.Bu yüzden muharebeyi deneyecekler bu sınavdan da geçmelidirler. Gerçekten de SATRANCIN askerlik mesleğiyle çok büyük ilişkisi vardır. Bu yüzden bu oyuna sivillerden çok bizlerin sahip çıkması gerekmektedir. Bu oyundaki mantık; "askeri usul ve doktrinlerin" tümünü kapsamaktadır.Bu kadar sözden sonra heveslensek; hemen çarşıya koşup, bir takım alsak, hatta kitabını alıp kaidelerini öğrensek, haftalarca pratikler yapıp, varyasyonları, kombinezonları, açılışları ezberlesek ve oyun oynamaya hazır bir duruma gelsek; "HİÇ BİR ŞEY BİLMİYORUM" durumundayızdır. Düşünelim şimdi: sıfırın altında bir yerden başladık, çok dik bir yokuşu tırmandık ve ulaştığımız yer ancak "SIFIR" oldu.İşte böylesine sabır isteyen bir oyundur. Devam edelim: Hergün oynasak, beynimizi azami kapasiteyle zorlasak, yensek, yenilsek bile, gene de "Ben satrancı iyi oynuyorum" demek çok güçtür. Hele usta, yada büyük usta olmak gerçekten de aslanın ağzındadır. Son 10 yıl içinde dünyada "Doksan" kadar büyük ustanın bulunduğunun bilinmesi ise, güçlüğün derecesini açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumda; biraz daha gerçekçi olarak; "Büyük Usta" olmak gibi iddialı bir yoldan ziyade, iyi satrancı yada satranç sever olabilmeyi hedeflemeliyiz. Bu mümkün olabilecektir. Özellikle Askeri Liselere yardımcı ders olarak konursa ve daha bu yaşlardan sevdirilirse en azından iyi satranççılar, dolayısıyla da iyi stratejistler, taktikçiler yetişebilir. Yetiştirmede en iyi ve en ekonomik yardımcılardan biridir satranç.Kişi kafasının gücünü somut olarak görmekten korkuyorsa, satrancı hiçbir zaman oynamak istemeyecektir. Şansa veya zara bağlı, tavla gibi daha kolay oyunları; beyni çalıştırmaya sürükleyen, insanı zora sokan satranca tercih edecektir.Bizler, genelde kafa oyunlarında yenilmeyi pek sevmeyiz. Hatta yenilsek, hazmedemeyiz. Çünkü bizde başarı ya kaba kuvvete, yada kolay kurnazlıklara dayanmıştır. Satrançta kaba kuvvet yoktur. Kurnazlıklar ise karşı tarafın anlamasıyla derhal aleyhinize bozuluverir. Satrancın en önemli özelliği; maddi ve manevi bütün gücümüzle "Yenmek için" savaşmak gerektiğini öğretmesidir. Her şey yenmek için başlar. Savaşma azim ve irademiz tamdır. Hep bunun gerçekleşmesine çabalarız.Ancak karşımızdaki bizden güçlüyse; "yenilirken öğrenmeyi" satrançta öğreniriz. Yenilince her şey bitmez. Tıpkı muharebe gibi; Eğer yenilirsek, dövünüp her şeyi bırakmayı değil, aksine neden yenildiğimizi araştırmayı, hangi hataları yaptığımızı araştırmayı, bir daha sefere aynı hatayı yapmamak için, daha çok hazırlanmayı öngörür. Kısaca satranç yenilgisi bir askere "her şeyin bittiğini" değil "yeni bir zaferin başlayacağını" haber verir, mücadeleci ve mert bir mantık aşılar.Ayrıca satrancı seven, gönülden balı bir kişi kendinden daha güçlü oyuncularla oynamak ister. Amacı daha çok öğrenmektir. Eğer, karşımızdakinin bizden iyi oyuncu olduğunu biliyorsak "Nasıl yenileceğimizi" merak etmek öğrenme açısından, cesur ve mütevazı bir düşünüştür.Satranç ayrıca bir askere şu faydaları sağlar:"Devamlı muhakeme" zihniyeti aşılar. Durumlar devamlı değişmektedir. Sürekli kısa durum muhakemesi yapmak bir komutan için en önemli alışkanlıklardan biridir.Sürekli olarak müteakip harekâtın planlanması alışkanlığını kazandırır. Ne kadar daha sonraki hamleyi düşünebiliyorsak o kadar ufkumuz genişler. Başlangıçta 2-3 hamleyi görebiliyorsak daha sonraları, bu 5'ten fazla hamleyi düşünmeye ulaşabilir. Geleceği görmek bir komutan için en önemli meziyetlerden biri olmalıdır.Harp prensiplerinin, taktik ve stratejik kaidelerin büyük bir çoğunluğunun; 64 karelik muharebe alanında tatbikine imkan verir. Bu konuda pratikler yaparak, alışkanlıklar edinmemizi sağlar.Satranç, bir komutana beklemeyi, sabretmeyi öğretir. En uygun zamana kadar beklemek ve o anda düşmana vurmak bir komutan için gerekli olan değerli bir meziyettir.Ölçülü ve soğukkanlı davranmayı öğretir. Tarihte orduları askeri bozuk para gibi harcayan, Komutanlar vardır. Böyle askerine değer vermeyen komutanlar da daima bozguna uğramışlardır. Satrançta ne "Ne olacak? Piyonum giderse gitsin" zihniyeti bu tip bir davranışı aksettirir. Gerektiğinde zafer için bütün taşlar feda edildiği gibi, bazen 1 piyon vermemek için, bütün taşlar seferber edilir. Çünkü; en az değeri olan piyon, belki bir an gelecek, vezir olacaktır. Hatta oyunların bazen bir piyon üstünlüğüyle bittiği, bilinen bir gerçektir. Satranç insana, "yaratıcılığı" öğretir. Yeni oyunlar kombinasyonlar yaptıkça insan mutlu olur, daha çok yaratmak ister.Kararsızlığın en büyük düşmanı satrançtır. Özellikle zamanlı oyunlarda, belli bir süre içinde muhakeme yapıp, "en doğru kararı verme" zorunluluğu vardır. Süratli muhakeme ve karar verme, alışkanlığı kazandırır.İşbirliği ruhu doğurur. Sadece şahın yada komutanın "tek başına bir şeyler yapmasının" çok güç olduğunu, oysa diğer bütün taşlarla müştereken bir başarıya daha kolay ulaşabileceğini gösterir.Kuşkusuz faydalar çoğaltıldıkça çoğaltılabilir.Buraya kadar teknik olmayan açıklamalardan bahsettik. Şimdi de satrancın tarihçesini biraz daha ayrıntılı inceleyelim:Ansiklopedi tanımıyla satranç; 2 kişi arasında 64 haneye bölünmüş kare bir tahta üzerinde, 16'şardan 32 taşla oynanan bir oyundur.Ancak bu tanımın sadeliğine aldanmamak gerekir. Arap kaynaklarına göre satranç, HİNDİSTAN'da genç bir prense ders veren bir BRAHMAN rahibi tarafından "kralların bile tek başına hiçbir şey yapamayacağını" anlatmak için ortaya konmuş bir oyundur. Rahibin oyununu Prens çok beğenir ve Rahibe "Ne isterse onu dilemesini" söyler. O da; Satranç tahtasının birinci karesi için 1, ikinci karesi için 2, üçüncü karesi için 4 adet... kısacası 64 kare için de aynı yolla buğday ister. Genç prens, istenilen mükafatı azımsayarak, derhal rahibin isteğinin yerine getirilmesini emreder. Ancak başlangıçta çok basit bir istek gibi görünmesine rağmen işin içinden çıkılmaz, bütün bilginler biraraya gelir, fakat bir türlü gereken buğdayı toplayamazlar. Çünkü rahibin istediği buğday hesaplanınca; 18.446.744.073.709.551.615 rakamı ortaya çıkmaktadır. Bu kadar buğday tanesini ise, o devirde tüm HİNDİSTAN'da üretilen buğdaylarla dahi karşılamak mümkün değildir. Hatta bugün bile, bütün kıtaların yüzölçümünden 76 kat daha genç toprak parçasına buğday ekip, ürününü toplamak gerekir.Avrupa'ya IX uncu yüzyılda giren satrancın, işte böylesine akıllı bir insanın buluşu olduğu sanılmaktadır. Birçok akıllı insan da XV inci yüzyıla kadar çeşitli kaideleri değiştirerek, bugünkü kuralları ortaya koymuşlardır. Yaklaşık 500 seneden beri de aynı kurallarla oynandığı bilinmektedir.Tarihçesini kısaca gördükten sonra oyunun elamanlarını, muharebede kullanılan unsurlarla basit olarak karşılaştırmasını yapalım.PİYONLAR: Yaya piyadenin tam anlamıyla kendisidir. Hareket kabiliyeti sınırlıdır. Oyunun başından sonuna kadar, gerideki elemanlar için "emniyet kuvvetleri" görevini ifa ederler. İleriye yaptıkları hamlelerle, gerideki taşlar için manevra alanı sağlarlar. Özellikle başlangıçta iyi kullanıldıkları taktirde merkezdeki dört karede (kritik arazi), üstünlük sağlayabilirler. Böylece inisiyatifin ele geçirilmesini kolaylaştırırlar. Saldırıya uğrayan Şahın veya Ağır taşların (kale, vezir) önüne geçerek, engelleme gibi istihkamcılık görevlerini de yapabilirler. Ezici üstünlük, piyonların iyi kullanılmasına bağlıdır. Aynı sütunda olduklarında, birbirini koruyamadıklarından her iki piyon da hassas durumda sayılır.ATLAR: Önündeki taşların üzerinden aşıp, sütre gerisindeki taşlara veya bölgelere, taarruz edebilirler. Bu özellikleri nedeniyle görmeyerek ateş eden topçuyu ve bazen de Hava indirme/uçarbirlikleri çok mükemmel olarak temsil ederler. Şaşırtma ve baskın sağlarlar. Çatallar yaparak aynı anda bir çok birliği ateş altına alabilirler. Atlar hafif taşlardır. İki at birbirini koruyabilir. Sadece Şahla kaldığında (Bir at ve Şah) ikisinin mat yapması çok güçtür. Ancak rakibin hata yapması gerekir.FİLLER: Genelde motorlu veya mekanize P. Birliklerini temsil ederler. Kesin sonucun veya inisiyatifin ele geçirilmesinde yardımcıdırlar. Bazen görerek ateş eden uzun menzilli topçuyu ihtiva ederler. Bu suretle diyagonal olarak sürekli ve zamanında ateş desteği sağlarlar. Bazen yaptıkları açmazlarla, harikulade pusular tertip ederler. Hafif taşlar olarak nitelendirilirler. Merkezden veya köşeden diğer köşelere doğru uzun ateş ve hareket sahasına sahiptir. (FİANCHETTO) Bir Şah bir Fil mat yapmaz.KALELER: Kesin sonuç zaman ve yerinde, ağır darbenin indirilmesine imkan veren, hareket kabiliyeti yüksek, sürat ve dtarbe tesirine sahip Tank birlikleri ve aynı değerdedir. Elastikiyet sağlarlar. Eğer yeterli şekilde taviye edilip (Atlar-Filler) görev kuvvetleri şeklinde teşkil edildiklerinde etkileri daha da artar. Geniş bölgelere dağılıp, kısa sürede toplanabilirler. Ayrıca tehdit ettikleri sütunlarda, görerek uzun menzilli, ateş desteği sağlarlar. Aynı sütundaki iki kale, müthiş bir birliktir. Ağır taşlardır. Bir kale, bir şah mat yapabilir. Ancak yeni başlayanlar, böyle bir durumda pat kalabilirler.VEZİR: Genelde Nükleer silahları, Roket ve Füze birliklerini, Taktik hava kuvvetlerini ve kesin sonucu sağlayacak "Stratejik ihtiyatları" temsil eder. Uygun kullanıldığında büyük bir baskı aracıdır. Ağır taş olarak nitelendirilen Vezir; 16 taş içinde her yöne karşı en uzun ateş ve manevra imkanı sağlayan en önemli elemandır. Şahla beraber "kesin mat" sağlar.ŞAH: Azim ve iradedir, Komutandır, sancaktır, moral gibi bütün manevi değerlerdir. Muharebe hizmet desteğidir. Disiplindir, eğitimdir. İrtibatlardır, koordinasyondur... Kısacası o giderse her şey biter. Onun ayrıca en büyük özelliği; gerektiğinde kanının son damlasına kadar savaşarak, muharebenin gidişatına etki eder. Tek başına kesin sonucu elde edemez. Ancak elemanlarıyla, savaşlar kazanır, üstünlük sağlar.SATRANÇ - HARP PRENSİPLERİ İLİŞKİSİHarp prensiplerini tatbik eden komutanlar, daima etmeyenlerden başarılı olmuşlardır. Ancak, bu prensiplerin uygulama dereceleri duruma göre değişir. Satrançta durum aynıdır. Buna göre:Hedef prensibi: Satrançta aynen harpteki gibi uygulanır. Talimnamelerimizde en son askeri hedef; düşman silahlı kuvvetlerini ve onun savaşma azmini yok etmektir. Her askeri harekatın hedefi de; SON HEDEF'in elde edilmesine yardım etmektir. Bütün satranç elemanları da; Şahı mat etmeye veya rakibin oyunu terk etmesine neden olacak üstünlüklerin ele geçirilmesine yöneltilir.Satrançta oynayan kişinin hedefi, karşısındaki kişiye kendi isteğini, zorla kabul ettirmektir (Buradaki zor terimi; beynin ve taşların gücünü ifade eder). Teknik terim olarak "Kombinezonlarla", rakibe istediklerimizi zorla kabul ettirebiliriz.Taarruz prensibi: Bu prensibi uygulamak bize oyunda; inisiyatifi elde bulundurmamızı, muharebenin cereyanına yön vermemizi, kendi istediğimizi düşmana zorla kabul ettirmemizi, beklenmedik gelişmeleri karşılamamızı sağlar.Oyunda geçici süreler için savunma yapsak bile mutlaka taarruzu düşünürüz. Talimnamelerimizdeki gibi, buradaki savunma daha sonraki taarruz için, uygun koşulları sağlamak, zaman kazanmak için yapılır. Satrançta da taarruz, "emniyet" sağlar.Sıklet merkezi prensibi: Kesin sonuç yerinde ve zamanında üstün muharebe gücünün toplanması, en bilinen harp prensiplerinden biridir. Satrançta da; kesin sonucu elde edeceğimiz bölgede, ne kadar çok birlik (Ağır ve hafif taşları) bulundurursak o kadar iyidir (Örnek olarak, Rakibin bir piyonuna taarruz etmezden önce, diğer taşlarla bu piyon üzerinde mutlaka üstünlük sağlamalı, en azından rakipten daha çok taşla bu piyon tehdit edilmelidir).Kuvvet tasarrufu prensibi: Satranç tahtası (muharebe alanı) üzerinde kesin sonucu elde edeceğimiz yerde, fazla kuvvet toplayabilmek için, tali bölgelerde daha az kuvvet ayırmak zorunluluğu vardır. Örneğin; taarruz ederken Rok kanadındaki, atı ve Fili Şahın emniyetinden alıp, taarruza iştirak ettirebiliriz.Manevra prensibi: Mevcut taşlarla sabit bir yerde kalmak yerine; kombinezonlar, varyasyonlar yapmak suretiyle kalıplaşmış oyunlardan kaçınmayı öngörür. Standart olmayan oyunlar yapmak ancak belli bir aşamadan sonra mümkün olabilir. Pozisyonel (sıkışık) oyunlarda manevra prensibinin sağlanması, küçük üstünlüklerin birleştirilmesi soncu olabilir. Vezirler, Kaleler, Filler, Atlar manevra kabiliyetini arttıran elemanlardır.Emir-Komuta Birliği: Şah veya oynayan kişinin bu prensibi uyguladığı kabul edilir. Başlangıçtan oyun sonuna kadar; her iki taraf içinde olumlu ve eşit olarak kabul edilir. Acemilerin oyununa karışıldığında acemi oynayamaz. Yardıma rağmen mağlup olabilir (Kural dışı).Emniyet prensibi: Satrançta başlangıçtaki tertibattan itibaren bunu piyonlar sağlar. Piyonlar; MİKH, İleri Mevzi Hattı, Örtme Kuvveti Hattını temsil ederler. Şahin emniyeti için yapılan uzun ve kısa roklar, zaruri emniyet hareketleridir. Rok yapmak çok tehlikelidir. Ancak talimnamelerde olduğu gibi Satrançta da Emniyet prensibi, riske girmemeyi ve risklerden kaçınmayı gerektirmez. Kurnaz risklerle muharebelerin kazınıldığı gibi, oyunlarda kazınılabilir. Taarruzla inisiyatifi ele geçiren taraf; rakibin müdahalelerine imkan bırakmayacağından, kendi emniyetini de sağlamış olur.Baskın prensibi: Rakibin beklemediği yer ve zamanda, beklemediği kuvvetlerle ona darbe indirmektir. Bunun içinde ağır ve hafif taşların yığınağı, aldatıcı bir tarzda yapılması son derece önemlidir. Baskın uzun menzilli taşlarla, daha kolay sağlanabilir.Taktik örtü aldatma Harp prensibi olarak düşünülmesi tartışmalıysa da, satranç sözlüğünde "TUZAK" olarak karşımıza çıkar. Tuzak, teknik bir terim olarak; taraflardan birinin sakıncalı gibi görünen bir hamlesiyle rakibini görünürde kuvvetli sanılan bir hamle yapmaya yönelttikten sonra bir "kombinezon" veya mümkün olursa "Mat Ağı" düzenlemesine, denir. Rakibin isteğini yapan taraf hakkında da "Tuzağa düştü" (Aldatıldı) tabiri kullanılır.İşte görüldüğü gibi Harp prensipleriyle-Satranç prensipleri hemen hemen aynı şeylerdir. Daha doğrusu satrançta da harp prensiplerinin uygulaması vardır.Bir diğer konu ise; Pat yada Berabere kalmaktır. Beraberlik, her iki tarafında yenişememesidir. Normal harplerde buna rastlanabilir. Bu terim adeta iki tarafın da birbirine üstünlük sağlayamaması nedeniyle ilan edilen "Ateş kes" antlaşması niteliğindedir. Bir parti içinde birkaç oyun pat olabilir. Ancak gene de sonuçta, partiler çoğunlukla pat bitmez.Satranç Partisi; 1 oyunluk olabildiği gibi, 1972?de FISCHER ve SPASSKY arasındaki gibi 24 oyunlukta olabilir. Bunu muharebe ve harp olarak birbirine benzetebiliriz. Bir harpte; bazı muharebeler (oyunlar) kaybedilebilir. Ancak; kaybedilse de Harp (parti) kazanılmalıdır. Kim daha çok muharebe (oyun) kazanırsa, Harbi de (Partiyi) genellikle o kazanır.SATRANÇ VE STRATEJİSatrançta strateji; bir oyunun ana planıdır. Stratejinin uygulamadaki küçük parçalarına ise "taktik" adı verilir.Oynayanlar başlangıçtan itibaren iki hareket tarzı seçebilirler:1. Stratejik Taarruz,2. Stratejik Savunma.Buna rağmen, bazı oyuncular kararsızlığa düşebilir, veya rakibin oyunlarına göre bir strateji saptamak isteyebilir. Her halükarda da, yukarıdaki 2 faktörden birini seçmesi gerekir. Seçmekte gecikirse, kararsız kalırsa oyunu kaybeder. Satrancın kararsızlığa hiç affı yoktur. Özellikle zamanlı oyunlarda, gecikilirse oyun kaybedilmiş olur.Ancak bazen bir oyuncu, elde ettiği bir durum nedeniyle hiçbir hamle yapmayı arzulamayabilir. Teknik terim olarak buna ZUGZWANG denir. Fakat oyunun kuralları, muharebenin kuralları gibi acımasızdır. Bu yüzden ZUNGZWANG'daki oyuncu, kendi durumunu bozacak bir hamleyi, zorunlu olarak yapmak mecburiyetinde kalır.Oyunda Harp veya Muharebe gibi safhalardan meydana gelir. Bunlar:1.Yığınaklanma ve temasın sağlanmasını ihtiva eden AÇILIŞ safhası,2.Temastan sonraki varyasyonları, kombinezonları ihtiva eden ARA OYUN safhası3.Taşların çoğunun imha olduktan sonraki ve Şahın saklanmayı bırakarak, savaşa bizzat katıldığı SON OYUN safhasıdır.STRATEJİK TAARRUZBiz, kesin sonucun taarruzla alınacağını biliyoruz. Aynen satranç içinde bu geçerlidir.. Rakibin savaşma azim ve iradesinin kırılması suretiyle oyunu terk ettirmek veya onu mat ederek silahlı kuvvetlerini kati şekilde mağlup etmek ana amaçtır. Rakip tarafa, kendi istediklerimiz zorla (Beyin gücümüz -Taarruzda inisiyatif en önemli husustur. Satrançta taarruz etmek inisiyatifin ele geçirilmesini sağlar. Ayrıca inisiyatif; Rakibin hatalarından, zayıf taraflarından faydalanarak, ummadığı yerden taarruz ederek, eldeki hafif ağır taşların, piyonları atılgan olarak ve cesaretle kullanılmasıyla kazanılır. Ayrıca inisiyatif; küçük küçük taarruzların birikmesiyle, ezici bir üstünlüğün sağlanmasına da yardımcı olur. Satrançta inisiyatif bir sefer ele geçirildi mi bir daha geri vermemek için azami gayret sarfedebilir.Buna göre Taarruzda manevra şekilleri olarak:1. Kuşatma: Genelde tek taraflı kuşatma tercih edilir. Ancak oyunun ileriki safhalarında kalelerle, Vezirle çift taraflı kuşatmalar da, durumun imkan verdiği ölçüde yapılabilir. Talimnamelerimizdeki gibi, elde edilecek başarı, kuşatmanın "Baskın" tarzında yapılmasına bağlıdır. Kuşatmayı yapacak kuvvetler; At ve Fillerle takviyeli KALELER ve VEZİR gibi hareket kabiliyetine sahip taşlardır. Tali taarruzları ise; piyonlar ve hafif taşlar, icra ederler. Kuşatmanın başarısı, piyonlarla (vs) yapılacak tali taarruzun, cephedeki düşmanı tespit edebilme kabiliyetine bağlıdır.Kuşatmaya karar verildiğinde, rakibin tertibatındaki kuvvetli kesimlerine çatmaktan kaçınılır. Onun ağır taşlarının gerisine düştükten sonra, ağır taşlarla onun yanına ve gerisine darbeler vurulur. Böylece Şah bulunduğu mevzilerde imha edilmiş olur.Burada Şahı cepheden yapılacak taarruzlarla, bizim istediğimiz bir bölgeye çekilmek zorunda bırakarak, o bölgedeki ağır ve hafif taşlarla imha da edebiliriz (ÇEVİRME).Ayrıca Atlarla, uçarbirlik harekatı icra ederek, onun gerisindeki hayati öneme haiz bölgeler ele geçirilebilir, gerideki rakip taşlara taarruz edilebilir. Böylece düşey kuşatma yapılmış olur. Oyun süresince "kuşatmaya müsait yan" aranması, bu manevra için son derece gereklidir. Bir yarmayı müteakipte yapılabilir.2. Yarma: Arazide (satranç tahtası), rakibin taşlarının tertibatı, kuşatmaya imkan vermiyorsa, başvurulacak bir manevra şeklidir. Özellikle rakibin taşların dizilişinde, açılışından sonraki savunmasında, zayıf noktalar ortaya çıkarılmışsa, elde yeterli ağır ve hafif taş varsa ve yarma bölgesinde kullanılabilecekse, satrançta da yarma yapılabilir. Yarmanın piyonlar ve hafif taşlarla başlatılması genelde alışılmış bir yöntemdir. Rakibin özellikle piyonlarını imha ederek veya onun bir piyonuyla bizim verdiğimiz bir taşı yemesi (GAMBİT) suretiyle, onun savunmasında, "gedik açmak" yarmadaki piyonlarımızın en önemli görevidir. İşte elde edilen bu gedikten, sütun boyunca başarıdan faydalanma için, hafif taşlarla takviyeli "Ağır taş görev kuvvetleri", rakibin derinliklerindeki hayati öneme haiz karelere yöneltilirler. Böylece rakibin savunmasının sürekliliği ortadan kaldırılmış olur. Başarıdan faydalanma kuvvetleri gedikten geçtikten sonra, rakibin ihtiyatlarına (Vezir-Kale-At-Fil) veya Şahına şiddetle taarruz ederler. Yarma genellikle satranç tahtasının merkezinden veya merkezine yakın bölgelerden yapılır. Kuşkusuz oyunun ileriki safhalarında rakip, rok yaparak, bir köşede yeni bir savunma tesis edebilir. O zaman yarma için, bu yeni savunmanın zafiyetleri aranır.Yarma gediğinden giren kuvvetler, gediği ne kadar genişletirlerse, başarıdan faydalanacak ağır taşların harekatı o kadar kolay olur. Bazen gedik, rakip tarafından kapatılabilir. Böylece ağır taşlar, karşı tarafın savunma hattının gerisinde kalabilir. Bu taktirde en az zarara razı olup, durum daha da kötüleşmeden takas etmek en doğru yol olabilir. (Kaçmak mümkün olmuyorsa) onun için, bu tür manevralar yapılmadan önce çok iyi bir hesap ve planlama yapılmalı, rakibin yapabileceği hamleler (DİK) çok iyi tahlil edilmelidir. Aynı husus kuşatma için de geçerlidir.3. Cephe taarruzu: Ezici bir üstünlükle oyuna başlayamadığımız veya oyuna eşit kuvvetlerle, aynı şartlarda başladığı için bu manevrayı tatbik imkanı, ancak oyunun ortalarından itibaren uygulanabilir. Tali taarruzlarla da, tespit kuvvetleri tarafından cephe taarruzu yapılabilir. Satrançta da, muharebedeki gibi uygulaması zordur. En az tercih edilir.STRATEJİK SAVUNMATalimnamelerimizdeki; Bilahare taarruza geçmek için lüzumlu vasıta ve elemanları toplamak maksadıyla, Şahın ve hayati öneme haiz bölgelerin (Ağır taşların bulunduğu bölgelerin) korunması için alınan savunma tedbirleridir. NİMZO-HİNT savunması, Sicilya savunması, PILLSBURY savunması, NIEMZOVİÇ savunması, BİRD Başlangıcı, savunmaya güzel örneklerdir. Savunmada rakibin yapacağı hatalar ve istismar edilecek zayıf tarafların ortaya çıkması beklenir.SATRANÇ VE PLANLAMABaşlangıç için rakibi bilmek, onun oyun şeklini, açılışını, taktiklerini öğrenmek önemli bir konudur (Örnek: Her zaman Ruy LOPEZ açılır, pasiftir, inatçı değildir, taarruzlardan morali çabuk bozulur, atlardan korkar, değişmekten korkar, vs.). Bunları bildikten sonra onun hamlelerine uygun olarak açılışlar planlanır veya bizim istediğimiz şekilde rakip tepki göstermeye zorlanır.Ancak rakip her zaman aynı taktik ve teknikleri kullanmayabilir. Baskına uğramamak için, her şeye hazır olmak gerekir. Özellikle rakibimizle ilk maçımız olabilir. Hakkında da hiçbir bilgiye sahip olmayabiliriz. Oyun kurarken veya müteakip safhalarda zihnen yapacağımız planlarda daima bu hususu göz önünde bulundurmak gerekir. İyi bir oyuncu sürekli olarak, müteakip harekatı düşünür, birkaç hamle sonrasını planlar.İCRATıpkı muharebedeki gibi hem inisiyatifi kaptırmamak, ham de rakibin taktiklerini öğrenmek için oyunun başlamasıyla birlikte gayret sarfederiz. Ancak bunlar "boş hamle" (ad Libitum) olmamalıdır (Örnek: Veziri ileriye götürdük, rakip öyle bir hamle yaptı ki vezirimizi gene eski yerine çektik). İşte böyle bir durumda rakip bir hamle kazanmış olur. Bu tür boş hamleler, inisiyatifin kaybedilmesine neden olabilir. Piyonlarla, rakibin ileri elemanlarına taarruz edip onun taktiklerini ortaya çıkarmak veya üstünlüğü "yem vermek" suretiyle sağlamak isteyebiliriz. Muharebede cebri keşif dediğimiz bu husus satrançta "GAMBİT" olarak ortaya çıkar. Taarruzla 1 piyon verip, üstünlüğü ele geçirmek (Gambit) alışılmış oyunlardandır.Aynı şekilde savunma yaparken de, rakibin taarruz hazırlıklarını bozucu taarruzları; piyon-fil-at, hatta bazen kalelerle yapabiliriz. Bu husus için görev kuvvetlerinin teşkil edilip kullanılması çok önemlidir.Görev kuvvetlerinin teşkili; görüldüğü gibi yeni bir olay olmayıp, satrancın ortaya çıktığı IX uncu yüzyıldan beri bilinen bir usuldür. Fillerle takviyeli kaleler, piyonlar ile takviyeli fil, kendi değerlerinden çok daha güçlü bir kuvvetin ortaya çıkmasına neden olur.Satrançta neyi uygularsak uygulayalım, muharebedeki gibi "karşılıklı destek" en gerekli tedbirlerden biridir. Mümkün olduğu kadar, birbirini koruyan taş sistemi kurmaya gayret edilmelidir. Bu hem gücün artmasına, hem de emniyetin kuvvetlenmesine yardım eder (Örnek: Kalelerin birbirlerini desteklemesi, piyonun fili desteklemesi dolayısıyla, filin piyonu desteklemesi).Savunmada Piyonlar; hem emniyet kuvvetlerini, hem de 1 inci hat birliklerini bölgesini temsil ederler. Uygulanacak savunma genelde "Aktif" olmak mecburiyetindedir. Piyonlar taarruzi olarak ilerler, açılıp mümkün olduğu kadar fazla ateş sahası elde etmeye çalışırlar. Böylece ileriden savunma sağlanmış olur. Ancak piyonlarla gerideki taşlar arasında, mutlaka karşılıklı destek olması gerekir. Aksi taktirde parça parça mağlubiyetler olur. Emniyet kuvvetlerinin AMS.ndaki birliklerin ve ihtiyatların kullanılmasını ihtiva eden savunma doktrini, aynen satrançta da geçerlidir. Savunma sırasında, taarruz için fırsatlar kollanır, gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra da, genel karşı taarruza geçilir.Genelde, satrançta oyun şu şekilde gelişir: Taraflar merkezde (Geometrik merkezdeki 4 karede) üstünlük sağlamak amacıyla ileri harekete geçip, açılış yaparlar. Her iki tarafta karşı tarafın piyon (piyadelerinin) düzenini bozmaya çalışır. Merkezde inisiyatifi ele geçiren taraf üstünlüğü sağlamış olur. Bu üstünlük için bazen piyon bile feda edildiği olur (GAMBİT). Sonunda, bir taraf diğerini savunmaya mecbur eder. Şahın rok yapmasına (Emniyet tesisine) İMKAN VERMEDEN İMHASINI SAĞLAMAK MAKSADIYLA, Şahın bulunduğu tarafa doğru amansız bir taarruza girişilir. Karşı tarafta bunu bildiği için, savunmasının emniyetle devamlılığını sağlamak maksadıyla, rok yaparak Şahı daha emniyetli arazi kesimlerine (köşelere) kaçırmak isteyecektir. Diğer tarafta, bu Roku önlemek için açmazlar, çatallar yapmak gibi, her türlü gayrete baş vuracaktır.SATRANÇTA İHTİYATTaarruzda beklenmedik durumları karşılamak, başarıyı genişletmek, taarruzları takviye etmek maksadıyla kullanılan atlarla, fillerle takviyeli kaleler veya vezirden meydana gelir. Savunmada ise; AMH.'nda meydana gelen girmeleri bertaraf etmek ve giren kaleleri, filleri, atları, veziri imha etmek maksadıyla; karşı taarruzları yapmak için kullanılırlar. Savunmada ihtiyat, ayrıca emniyet sağlar.Oyuna daima beyaz başlar, dolayısıyla beyaz her zaman 1 hamle üstünlükle muharebeye girer, inisiyatifte beyazdadır. Ne var ki sonradan yapacağı hatalarla, bu avantajı kaybedebilir. Oyuncuya üstünlüğü kaybettiren bir hamleden; "Tempo kaçırmak" olarak söz edilir. Bu tempo birden arttığı gibi, küçük küçük üstünlüklerle de artabilir. Ustaların oyununda, genellikle tempo ağır ağır artar.SATRANÇ - KISA DURUM MUHAKEMESİ (VDAM)Satranç başlangıçta da belirttiğim gibi, sürekli muhakeme ister. Karşılaşılan her durum için, kısa bir durum muhakemesi yapılır ve hangi hamle yapılacaksa ona karar verilir.1. Vazife: Rakibin savaşma azim ve iradesini yok etmek ve Şahı mat etmektir. Durum içinde bu vazifeyi yerine getirecek görevler kendiliğinden çıkarılabilir (İnisiyatifi ele geçirmek v.s.).2. Düşman: Genel olarak şu imkan ve kabiliyetlere sahiptir:a. Rakip uygun açılış yapıp, merkez karelerde üstünlük sağlayabilir.b. Bu üstünlüğü Filleriyle, Atlarıyla, Kaleleriyle, Veziriyle takviye edebilir. Rok yapmamızı engelleyebilir.c. Buna paralel olarak cephedeki harekatının temposunu arttırarak, küçük taarruzlarla inisiyatifi ele geçirebilir.Bu hususlar sağlandıktan sonra rakip, gelişmelere paralel olarak şunları yapabilir:a. Bazı cephelerden çektiği ağır ve hafif taşlarıyla bir bölgede sıklet merkezi tesis edip, savunma cephemizde yarma ve kuşatmalar yapabilir.b. Bu harekatını müteakip ağır taşlarıyla başarısını geliştirebilir.c. Stratejik ihtiyatlarımızı (Vezir, kaleler v.s.) imha edebilir, hareketsiz bırakabilir.d. Mat Ağını kurabilir, Şahı Mat edebilir.3. Arazi: Satranç tahtası, küçücük 64 kareden ibaret olmasına rağmen, talimnamelerdeki GÖKEY kurallarını aynen ihtiva eden çok büyük ve geniş muharebe sahasıdır.a. Gözetleme ve ateş sahaları: Taşın cinsine ve satranç tahtasının çeşitli bölgelerine göre bu sahaların etkinliği değişmektedir (Örnek olarak bir piyonun ateş sahası; düşman olduğu taktirde bir kare ileri sağa veya bir kare ileri soladır. Kısa kendi çevresindeki birer karede, gözetleme ve ateş sahası elde edebilir. Oysa Vezir; önünde taş olmadığı müddetçe, diyagonal veya sütunlar boyunca, satranç tahtasının hudutlarına kadar çok daha uzun gözetleme ve ateş sahası sağlar.). Ayrıca Satranç tahtasının üzerindeki çeşitli karelerin çeşitli gözetleme ve ateş sahaları vardır (Örnek: Tam merkezdeki bir vezir dört bir köşeye diyagonal, artı şeklinde 4 kenarın ortasına sütunlar boyunca, 8 ayrı istikamette, gözetleme ve ateş sahası sağlayabilir. Oysa aynı vezir köşelerden birindeki kare üzerinde olduğu zaman sadece bir diyagonal, ikide sütun boyunca olmak üzere, üç istikamette gözetleme ve ateş sahası sağlar.). Satranç tahtasının kenarları, dışardan bir tehlike gelmeyeceğine göre emniyet sağlar, ancak ateş ve manevrayı kısıtlar.b. Örtü ve gizleme: Bütün taşlar Şah için, birbirleri için örtü sağlarlar (Örnek: Piyonlar gerisindeki bütün taşlar için, rakibin görerek ateş eden bütün silahlarına karşı örtü sağlar. Ancak At gibi görmeyerek ateş eden silahlar bu örtünün üzerinden aşıp hedeflerini imha edebilirler). Satrançta, somut bir gizleme, oynayan şahıs herşeyi gördüğünden ve taşların gözleri olmadığından yapılamamaktadır.c. Kritik arazi: Oyunun başlangıcında merkezdeki 4 karedir. Ele geçiren taraf, üstünlüğü sağlamış olur. Müteakiben muharebedeki gibi, uygulamanın harekatın tipine, vazifeye göre değişir (Örnek: rakip şahıs bulunduğu kare ve civarı kritiktir veya rakip ağır taşların bulunduğu kesimler kritik arazilerdir).d. Engeller: Bazen taarruz edene karşı piyonlarla hamleler yaparak (öne alarak v.s.) engeller yapılabilir. Ayrıca gerektiğinde Şahın ve ağır taşların önüne çekilen hafif taşlarla, engelleme yapılabilir. Satranç tahtasının dışı geçilmesi mümkün olmayan engeller olarak düşünüldüğünde; rakibi özellikle köşelere, kenarlara sıkıştırmak suretiyle imha etmek, en doğru yollardan biridir.e. Yaklaşma istikametleri: Oyunun gidişatına göre, bazen sütunlar boyunca, bazen de diyagonal olabilir. Kenarlardaki sütunlar (yaklaşma istikametleri) yan emniyeti sağlarlar.4. Mevcut kuvvetler: Uygulayacağımız manevralara göre değişmekle beraber, başlangıçta, 16 adet yalnız başına hareket eden birlik vardır. Bunların nitelikleri, imkan kabiliyetleri aynı cins taşlarda aynı, farklı taşlarda ise farklıdır (Örnek: İki piyon aynı özellikleri taşır, bir piyon ve fil ise farklı özellikler taşır).SONUÇBuraya kadar belirtilenlerden sanki "iyi satranç bilen, iyi komutandır" gibi bir iddia ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz böyle olamaz. Eğer böyle olsa, Fisher'in (ABD), Spassky (SSCB)'nin Petrossian'ın, Ruy Lopez'in meydan muharebeleri kazanmış komutanlar olmaları gerekir.Satranç, bütün bir eğitim sistemindeki yardımcılardan biri olarak düşünülmelidir. Bir tamamlayıcıdır, ancak gereklidir.Bir asker için, okumak gibi gereklidir. Başlangıçta da belirtildiği gibi usta veya büyük usta olmak değildir amacımız. Ama harp prensiplerinin, taktik ve stratejik usul ve kaidelerin tatbiki için en kolay ve en ekonomik yolu olan satrancı öğrenmektir amacımız.Harp en güzel "yaparak" öğrenilir. Ancak şu anda barışta olduğumuza göre, en azından talimnamelerdekini alışkanlık haline getirmek için, en iyi pratiklerden biridir satranç.Askerliğin yanısıra sivil hayattaki uygulamalarda da vardır satranç. Üniversite imtihanlarına hazırlanan öğrencinin çalışacağı konuda sıklet merkezi yapmasıyla, Kaleleri Filler bir bölgede toplayarak, o bölgede daha sonra yapılacak bir taarruz için sıklet merkezi tesis etmek arasında hiçbir fark yoktur.Kısacası; askeri okullara, kışlalara, hatta sivil okullara satranç daha fazla girmelidir. Müsabakalarla teşvik edilmeli, dergilerde satranç köşeleri açılmalıdır.Bilenlere düşen görev ise öğretmektir. Bütün arkadaşlarımıza, kardeşlerimize, çocuklarımıza satrancı öğretilim. Satranca sahip çıkalım.

19 Ekim 2007 Cuma

fince ile türkçe arasındaki benzer kelimeler

Not: “y” ler bizdeki “ü” sesine karşılıktır..
TÜRKÇE FİNCE
Hop - Hoppu
Açık - Avki>Ç sesi V sesine dönüşmüş,k ve ı sesleri yer değişmiş.
Açıklık- avke-ama>Fince de Türkçe gibi sonuna yapım eki alıyor.Bizdeki –ma Y.Eki
Açılış, açış- avaus>dikkat edin bizde son hecedeki k sesinin düşmesi gib burada da
K sesi düşmüş.Bizdeki –ş sessine benzer s sesi gelmiş.
Aday- Ehdokas
Töre- tapa>bu kelime de tapmak fiiliyle kökdaş,din ve töre anlamına geliyor.
İnilti- İtku
Vay Voi
Ahududu- Vadelma-elma kelimesiyle bir ilgi var.
Soy- Suku
Akıcı- Sujuva>burada akmanın su ile bir alakası var.
Alaca- Kirjava-kir ve kırmızı arasında bir benzerlik var.
Alan- Ala > sondaki n sesi düşmüş
Umayana- Jumala>Eski Türklerde Umayana olarak bilinen tanrıçanın ismi açıkça
Görülmektedir.H-j ve n-l değişmesi normal bir değişmedir.Hümay kelimesine
Zaza’larda da rastlamaktayız.
Almak- otta
Alt - Alitse>buradaki benzerlik de çok açıktır. Sona –se sesi gelmiş.
Altın- Kultainen>batı dillerindeki bu Golden kelimesi de Türkçe’den geçme
olabilir.
Alttan- Alta
-li, lı eki- -lainen >ses eklenmeleri olmuş fakat benzerlik korunuyor.İki ek de
sona eklenir.
Ana, ata- Aiti
Nine- Mummo>n-m değişmesi.M de i ve e seslerini yuvarlaklaştırmış.
Ar- Aari
Dil- Kiel>d-k değişmesi
-a, na, ya(yönelme)- a,e
Inda- -ssa
Aralık(ay)- Jooluuku
Ci, cı yapım eki- je, ja>bu ekte aynen sonda gelir.Benzerlik harikadır.
Arka- Selka
Arpa- ahra
Artık- Jate
Atası sağlam- aateli
Ulu- jalo
Alta- alitse>yönelme eki aynıdır.-e dir.
-tan(ayrılma)- -ta>sondaki n sesi düşmüş.
Atmak- Heitto>sona yine bir h sesi gelmiş.
Ay- Kuu>eski Türkçe’deki Kün kelimesi ile irtibatlı olabilir.,
Ayak- Jalka
Aygır(Büyük, iri)- Ori
Koca(büyük)- Koje>c-j değişimi
Ayırmak - Eristaa
Ayrı- Eriama
Ayrılık- Ero
Ayrılmak- Erita
Ata, ıssı- İsa>t-s değişmiş
Babalık(atalık)- İssys>a i sesine dönüşmüş
Haykırmak- Huudahta
Balık- Kala
Bana- Minulle>birinci tekil şahıs zamiri min aynıdır.zamir başkalaşarak
Başkalaşarak değil Türkçe’dekiş gibi ek alarak görev alır.
Bence- Minusta>-ce –sta eki
Bardak- Kolpak>kapak sesiyle benzeşiyor.Kap, koyulacak yer manalarını
İçerir.
Barışçı(sevişci)- Sovinnollien>sevmek kelimesinin kökü barış kelimesinde yaşamış
Barışma(sevişme)- Sovinto>v sesinden dolayı e o sesine dönüşmüş.
Baş- Paa>b p sesine dönmüş.
Tahıl, başak- Tahka
İlklemek- Alkaa
İlkin- Alkuaika
İlkinki- Aluksi
Batmak- Upota>başa fazla bir u sesi b-p olmuş a sesi de yuvarlaklaşmış.
Bay, er- Herra>h sesi gelmiş
Bayağı- katala>katı ile alakalı olabilir
Bayat, kuru- kulunut
Baymak- Pyörtya
Kent- Kunta
Ben, Men, Min- Mina>ilginç bir benzerlik var
Bence- Mielestani
Benek- Pilkku
Beni- Minua>nesne hali eki de benzer.
Benim(benin)- Minun>tamamen ek de aynı –n eki
Berber- Partari
Beş- Viisi
Bıçak- Puuko>sondaki bu o ,u selerine yatkınlık Kurtmançi’de de
Var.Bu çok önemli.
Bıyık- Viikset, viik
Bıyıklı- Viiksiniekka
Bir- Eras
Çok- Koko joukan
Bitme- Paate
Bitmek- paatya
Biz- Me
Boş- tyja
İl- Alue
İlsel- Allue elline-ilgili
Böyle- Moinen
Bu, te- tama,ta
Kısaltma, kesinti- Karsinta
Buğu- Höyry
Onlar- Nama>ma çoğul eki sonda an-na değişimi
Büküm- Poimu
Kartlaşmak- Karttua
Üst- iso
Cırlak- Sirkka
Vızırdamak- viserta
Giysi, kapama- Kaapu
Çabuk, hadi- Joutuisa
Büğrü- vara
Çatı- katto
Arkalamak, çekinme- Arka, arkailla
Çekmek- Sietaa, kiskoa
Atmak, çıkarmak- otta
Otlanmak- itaa
Çoğu, en, eni- enin
Çoktan- Joko
Kır- Karu
Kuyu, çukur- Kolo
Bayır, dağ- Vuori
Yayılmak- Haihtua
Dam- Daami
Damak- sulak
Damıtma, temizleme- Tislaus
Tıp tıp(damlama)- tip tip
Dayı- eno>ana ile alakalı
Ayrı- Jeri
Sopa, değnek- Koppı>s-k değişmesi
Deli- Hulu
Söylemek(eski Türkçe, sa(v)mak)- sanoa
Derece, ast- ast
Tantana- tankata
Dikizlemek- tirkistella
Dikme, dayama- taimi
Doğru- Suora>d-s değişmesi
Dokuz, doksan- yhdeksan
Doydurtmak- dayttaa
Dolgu- tayte
Katmak, dökmek- kaataa
Gerilemek- kiertaa
Gerileme- ekeri>başa ünlülerin gelmesi olayı bizde de var.-r,_l ün-
Süzleriyle başlayan kelimeler başlarına –e,i gibi ünlüler
Alırlar.
Soba, duman- savu
Sıvı- sula>su ile arasında bir alaka var
Duygu, duyma- tunne
Duyulmak, kulaklanmak- Kuulua
Duyurmak, kulaklatmak- Kuuluttaa
Dün- Eilen>öğlen kelimesiyle bir ilşki var gibi..
Elbette iki kökendaş dil arasında, ses ve anlam bakımından benzer, aynı daha bir çok
kelime vardır.Bu benzerlikler ve özdeşlikler bizi bir kökene götürüyor.Fince, Macarca,
Bulgarca(eski) dillerinden bir çok kelime yerlerini, Slavca Latince kelimelere
bırakmıştır.Buna rağmen bilhassa Fin ve Macar dillerinde kökendaş bir çok kelime hala
yaşamaktadır.Bu kelimelerdeki kardeşlik halklardaki kardeşliğe dönerse, gerçek kardeşlik
o zaman doğacaktır.
Şunu da iddia ediyorum ki; bu dillerden Avrupa dillerine bir çok kelime geçmiştir.Türkçe
Asya’da Farsça, Mısır Arapçası, Ermenice gibi dilleri etkilediği gibi, batıda da bir çok dili
Fin, Macar dilleri sayesinde etkilemiş olabilir.Elbette bunların daha ustaca araştırılması
gerekir.Türkçe kıtalararasında konuşulan uluslar arası bir dildir.Bazı diller vardır ki bir
ulusun dilidir sadece..
Mesela; İbranice, bu dil Yahudilerin dilidir sadece..Ermenice, sadece Emenilerce
konuşulan bir dildir…Japonca belli bazı adalarda yaşayan, muhtemelen Türk-Moğol
kökenli, bir halk tarafından konuşulur.Ancak Türkçe , Hint Avrupa muhiplerinin itiraf
edememelerine rağmen, görünen o ki; onlarca millet tarafından konuşulmuş ve hal-i
hazırda konuşulan bir dildir.Şu anda Bosna’da, Arnavutluk’ta, Mısır’da, Suriye’de,
Irak’ta, Orta Asya’da konuşulmaktadır, binlerce yıl olduğu gibi.Allah’ın yarattığı bu
güzel dil, düzeniyle, matematikselliğiyle gerçekten dikkat çekici, güzel bir dildir.Bu dil
böyle olduğu gibi yüz milyonlarca insanın şiirlerine, sözlerine, edebi eserlerine analık
etmiş mukaddes bir dildir.Bu dil bir ırkın değil, pek çok kökenden gelen bir çok halkın
ortak dilidir.
Bir çok örneğini incelediğimiz Fin-Ugor dili de , Hint Avrupa dillerinden Latince’nin tüm
bozuculuğuna rağmen, Japonca gibi kendini muhafaza edebilmiş müstesna bir
dildir.Belki bu Latince kelimeler bu kadar yoğunlukta olmasaydı bu dile Türkçe’nin
diyalektiği diyebilirdik.Buna rağmen bu dilin Türkçe’yle kardeşliğini kanıtlayan yüzlerce
delil vardır.Bu özelliklerin en önemlileri Fin dilinde de Türkçe’dekine benzer ünlü,ünsüz
uyumlarının bulunmasıdır.Fince’de de kalın ünlüler kalın ünlülerle, ince ünlüler ince
ünlülerle devam eder.Latin kökenli kelimeler de bu kurala uydurulmuştur.Yine Fince de
Türkçe gibi sondan eklemeli bir dildir..Örneğin; korva(kulak) kalın seslerden oluşan bir
kelimedir.Sona alacağı ek de kalın sesli olmalıdır.Bulunma hali ekini ekleyelim
korvassa(kulakta) görüldüğü gibi uyum bozulmadı.Yine Fince’de bizim ünsüz
benzeşmesi, yumuşama gibi kurallarımıza benzer kurallar vardır.Örneğin, koti(ev)
kodissani(evimde) görüldüğü gibi t-d sesine dönüşüp yumuşamıştır.
Yine Fince’de Türkçe’de olduğu gibi artikellerin bulunmayışı iki kardeş dilin aynı aileden
olduğunu kanıtlar.Beni en çok şaşırtan benzerlik ise 1., 2., 3. tekil şahıs zamirlerinin iki
dilde de aynı oluşudur.Ben(eski şekli min)>mina, sen>sina, o(asıl şekli an)>an arasındaki
bu benzerlik bana göre iki dilin akraba olduğunu gösteren en belirgin
özelliklerdendir.Yine bu kelimelerin ilgi hali almış şekilleri de Türkçe’dekinin
aynısıdır.Bu dildeki ilgi hali eki, in, un ekidir..Ben-in>minun, sen-in>sinin, on-un>hanin
şekilleri iki dil arasında daha pek çok benzerliğin bulunduğunu gösteren birer canlı kanıt
gibidir.Yapılacak daha köklü ve daha bilimsel araştırmalar sayesinde bu ve benzeri, Ural
Altay dilleri arasındaki ilişkiler daha sistemli bir şekilde incelenmelidir.Zaten bu
konularla ilgili birçok değerli bilim adamı tarafından yaılmış çalışmalar
vardır.İlimkentlerde(Üniversite) Türkçe-Japonca, Türkçe-Macarca,Türkçe-Fince dilleri
arasındaki ilişkileri, alışverişleri, kardeşlikleri açıklayan, araştıran bilim adamları arttıkça
bu halklar arasında güzel kaynaşmaların doğacağına da inanıyorum.
Kaynak:Fince-Türkçe Sözlük-Fono Yayınları

Not: “y” ler bizdeki “ü” sesine karşılıktır..
TÜRKÇE FİNCE
Hop - Hoppu
Açık - Avki>Ç sesi V sesine dönüşmüş,k ve ı sesleri yer değişmiş.
Açıklık- avke-ama>Fince de Türkçe gibi sonuna yapım eki alıyor.Bizdeki –ma Y.Eki
Açılış, açış- avaus>dikkat edin bizde son hecedeki k sesinin düşmesi gib burada da
K sesi düşmüş.Bizdeki –ş sessine benzer s sesi gelmiş.
Aday- Ehdokas
Töre- tapa>bu kelime de tapmak fiiliyle kökdaş,din ve töre anlamına geliyor.
İnilti- İtku
Vay Voi
Ahududu- Vadelma-elma kelimesiyle bir ilgi var.
Soy- Suku
Akıcı- Sujuva>burada akmanın su ile bir alakası var.
Alaca- Kirjava-kir ve kırmızı arasında bir benzerlik var.
Alan- Ala > sondaki n sesi düşmüş
Umayana- Jumala>Eski Türklerde Umayana olarak bilinen tanrıçanın ismi açıkça
Görülmektedir.H-j ve n-l değişmesi normal bir değişmedir.Hümay kelimesine
Zaza’larda da rastlamaktayız.
Almak- otta
Alt - Alitse>buradaki benzerlik de çok açıktır. Sona –se sesi gelmiş.
Altın- Kultainen>batı dillerindeki bu Golden kelimesi de Türkçe’den geçme
olabilir.
Alttan- Alta
-li, lı eki- -lainen >ses eklenmeleri olmuş fakat benzerlik korunuyor.İki ek de
sona eklenir.
Ana, ata- Aiti
Nine- Mummo>n-m değişmesi.M de i ve e seslerini yuvarlaklaştırmış.
Ar- Aari
Dil- Kiel>d-k değişmesi
-a, na, ya(yönelme)- a,e
Inda- -ssa
Aralık(ay)- Jooluuku
Ci, cı yapım eki- je, ja>bu ekte aynen sonda gelir.Benzerlik harikadır.
Arka- Selka
Arpa- ahra
Artık- Jate
Atası sağlam- aateli
Ulu- jalo
Alta- alitse>yönelme eki aynıdır.-e dir.
-tan(ayrılma)- -ta>sondaki n sesi düşmüş.
Atmak- Heitto>sona yine bir h sesi gelmiş.
Ay- Kuu>eski Türkçe’deki Kün kelimesi ile irtibatlı olabilir.,
Ayak- Jalka
Aygır(Büyük, iri)- Ori
Koca(büyük)- Koje>c-j değişimi
Ayırmak - Eristaa
Ayrı- Eriama
Ayrılık- Ero
Ayrılmak- Erita
Ata, ıssı- İsa>t-s değişmiş
Babalık(atalık)- İssys>a i sesine dönüşmüş
Haykırmak- Huudahta
Balık- Kala
Bana- Minulle>birinci tekil şahıs zamiri min aynıdır.zamir başkalaşarak
Başkalaşarak değil Türkçe’dekiş gibi ek alarak görev alır.
Bence- Minusta>-ce –sta eki
Bardak- Kolpak>kapak sesiyle benzeşiyor.Kap, koyulacak yer manalarını
İçerir.
Barışçı(sevişci)- Sovinnollien>sevmek kelimesinin kökü barış kelimesinde yaşamış
Barışma(sevişme)- Sovinto>v sesinden dolayı e o sesine dönüşmüş.
Baş- Paa>b p sesine dönmüş.
Tahıl, başak- Tahka
İlklemek- Alkaa
İlkin- Alkuaika
İlkinki- Aluksi
Batmak- Upota>başa fazla bir u sesi b-p olmuş a sesi de yuvarlaklaşmış.
Bay, er- Herra>h sesi gelmiş
Bayağı- katala>katı ile alakalı olabilir
Bayat, kuru- kulunut
Baymak- Pyörtya
Kent- Kunta
Ben, Men, Min- Mina>ilginç bir benzerlik var
Bence- Mielestani
Benek- Pilkku
Beni- Minua>nesne hali eki de benzer.
Benim(benin)- Minun>tamamen ek de aynı –n eki
Berber- Partari
Beş- Viisi
Bıçak- Puuko>sondaki bu o ,u selerine yatkınlık Kurtmançi’de de
Var.Bu çok önemli.
Bıyık- Viikset, viik
Bıyıklı- Viiksiniekka
Bir- Eras
Çok- Koko joukan
Bitme- Paate
Bitmek- paatya
Biz- Me
Boş- tyja
İl- Alue
İlsel- Allue elline-ilgili
Böyle- Moinen
Bu, te- tama,ta
Kısaltma, kesinti- Karsinta
Buğu- Höyry
Onlar- Nama>ma çoğul eki sonda an-na değişimi
Büküm- Poimu
Kartlaşmak- Karttua
Üst- iso
Cırlak- Sirkka
Vızırdamak- viserta
Giysi, kapama- Kaapu
Çabuk, hadi- Joutuisa
Büğrü- vara
Çatı- katto
Arkalamak, çekinme- Arka, arkailla
Çekmek- Sietaa, kiskoa
Atmak, çıkarmak- otta
Otlanmak- itaa
Çoğu, en, eni- enin
Çoktan- Joko
Kır- Karu
Kuyu, çukur- Kolo
Bayır, dağ- Vuori
Yayılmak- Haihtua
Dam- Daami
Damak- sulak
Damıtma, temizleme- Tislaus
Tıp tıp(damlama)- tip tip
Dayı- eno>ana ile alakalı
Ayrı- Jeri
Sopa, değnek- Koppı>s-k değişmesi
Deli- Hulu
Söylemek(eski Türkçe, sa(v)mak)- sanoa
Derece, ast- ast
Tantana- tankata
Dikizlemek- tirkistella
Dikme, dayama- taimi
Doğru- Suora>d-s değişmesi
Dokuz, doksan- yhdeksan
Doydurtmak- dayttaa
Dolgu- tayte
Katmak, dökmek- kaataa
Gerilemek- kiertaa
Gerileme- ekeri>başa ünlülerin gelmesi olayı bizde de var.-r,_l ün-
Süzleriyle başlayan kelimeler başlarına –e,i gibi ünlüler
Alırlar.
Soba, duman- savu
Sıvı- sula>su ile arasında bir alaka var
Duygu, duyma- tunne
Duyulmak, kulaklanmak- Kuulua
Duyurmak, kulaklatmak- Kuuluttaa
Dün- Eilen>öğlen kelimesiyle bir ilşki var gibi..
Elbette iki kökendaş dil arasında, ses ve anlam bakımından benzer, aynı daha bir çok
kelime vardır.Bu benzerlikler ve özdeşlikler bizi bir kökene götürüyor.Fince, Macarca,
Bulgarca(eski) dillerinden bir çok kelime yerlerini, Slavca Latince kelimelere
bırakmıştır.Buna rağmen bilhassa Fin ve Macar dillerinde kökendaş bir çok kelime hala
yaşamaktadır.Bu kelimelerdeki kardeşlik halklardaki kardeşliğe dönerse, gerçek kardeşlik
o zaman doğacaktır.
Şunu da iddia ediyorum ki; bu dillerden Avrupa dillerine bir çok kelime geçmiştir.Türkçe
Asya’da Farsça, Mısır Arapçası, Ermenice gibi dilleri etkilediği gibi, batıda da bir çok dili
Fin, Macar dilleri sayesinde etkilemiş olabilir.Elbette bunların daha ustaca araştırılması
gerekir.Türkçe kıtalararasında konuşulan uluslar arası bir dildir.Bazı diller vardır ki bir
ulusun dilidir sadece..
Mesela; İbranice, bu dil Yahudilerin dilidir sadece..Ermenice, sadece Emenilerce
konuşulan bir dildir…Japonca belli bazı adalarda yaşayan, muhtemelen Türk-Moğol
kökenli, bir halk tarafından konuşulur.Ancak Türkçe , Hint Avrupa muhiplerinin itiraf
edememelerine rağmen, görünen o ki; onlarca millet tarafından konuşulmuş ve hal-i
hazırda konuşulan bir dildir.Şu anda Bosna’da, Arnavutluk’ta, Mısır’da, Suriye’de,
Irak’ta, Orta Asya’da konuşulmaktadır, binlerce yıl olduğu gibi.Allah’ın yarattığı bu
güzel dil, düzeniyle, matematikselliğiyle gerçekten dikkat çekici, güzel bir dildir.Bu dil
böyle olduğu gibi yüz milyonlarca insanın şiirlerine, sözlerine, edebi eserlerine analık
etmiş mukaddes bir dildir.Bu dil bir ırkın değil, pek çok kökenden gelen bir çok halkın
ortak dilidir.
Bir çok örneğini incelediğimiz Fin-Ugor dili de , Hint Avrupa dillerinden Latince’nin tüm
bozuculuğuna rağmen, Japonca gibi kendini muhafaza edebilmiş müstesna bir
dildir.Belki bu Latince kelimeler bu kadar yoğunlukta olmasaydı bu dile Türkçe’nin
diyalektiği diyebilirdik.Buna rağmen bu dilin Türkçe’yle kardeşliğini kanıtlayan yüzlerce
delil vardır.Bu özelliklerin en önemlileri Fin dilinde de Türkçe’dekine benzer ünlü,ünsüz
uyumlarının bulunmasıdır.Fince’de de kalın ünlüler kalın ünlülerle, ince ünlüler ince
ünlülerle devam eder.Latin kökenli kelimeler de bu kurala uydurulmuştur.Yine Fince de
Türkçe gibi sondan eklemeli bir dildir..Örneğin; korva(kulak) kalın seslerden oluşan bir
kelimedir.Sona alacağı ek de kalın sesli olmalıdır.Bulunma hali ekini ekleyelim
korvassa(kulakta) görüldüğü gibi uyum bozulmadı.Yine Fince’de bizim ünsüz
benzeşmesi, yumuşama gibi kurallarımıza benzer kurallar vardır.Örneğin, koti(ev)
kodissani(evimde) görüldüğü gibi t-d sesine dönüşüp yumuşamıştır.
Yine Fince’de Türkçe’de olduğu gibi artikellerin bulunmayışı iki kardeş dilin aynı aileden
olduğunu kanıtlar.Beni en çok şaşırtan benzerlik ise 1., 2., 3. tekil şahıs zamirlerinin iki
dilde de aynı oluşudur.Ben(eski şekli min)>mina, sen>sina, o(asıl şekli an)>an arasındaki
bu benzerlik bana göre iki dilin akraba olduğunu gösteren en belirgin
özelliklerdendir.Yine bu kelimelerin ilgi hali almış şekilleri de Türkçe’dekinin
aynısıdır.Bu dildeki ilgi hali eki, in, un ekidir..Ben-in>minun, sen-in>sinin, on-un>hanin
şekilleri iki dil arasında daha pek çok benzerliğin bulunduğunu gösteren birer canlı kanıt
gibidir.Yapılacak daha köklü ve daha bilimsel araştırmalar sayesinde bu ve benzeri, Ural
Altay dilleri arasındaki ilişkiler daha sistemli bir şekilde incelenmelidir.Zaten bu
konularla ilgili birçok değerli bilim adamı tarafından yaılmış çalışmalar
vardır.İlimkentlerde(Üniversite) Türkçe-Japonca, Türkçe-Macarca,Türkçe-Fince dilleri
arasındaki ilişkileri, alışverişleri, kardeşlikleri açıklayan, araştıran bilim adamları arttıkça
bu halklar arasında güzel kaynaşmaların doğacağına da inanıyorum.